Polis memuru Çiğdem’e oturması için masasının önündeki sandalyeyi gösterdi. Bilgisayarını açıp bir süre onun ayarlarıyla oyalandı. Nihayet kızın ifadesini yazacağı menüyü açınca, “şimdi bana, İsmail Köseabdi’nin Kazım Köseabdi’yi yaralamasıyla ilgili bildiklerini anlat,” dedi.
Çiğdem, İsmail’e polis baskınını haber vermesiyle ilgili olarak sorgulanacağını sanırken kavgayı anlatması istenince bocaladı. Babasını kayırmaya çalışarak anlatmaya çalıştı. “İsmail olacak bu sapık, Sinem’in göğsünü mıncıklamış…”
Polis memuru, “Sinem kardeşin mi?” diye sordu.
“Evet.”
“Yaşı kaç?”
“On dört.”
Polis memuru onun ilk cümlesini kendince düzelterek yazdı. “İsmail Köseabdi, on dört yaşındaki kızkardeşim Sinem Köseabdi’yi göğüslerine elleyerek el ile taciz etmiş… Sonra?”
“ Sonra…” olanları hatırlamaya çalışarak bir süre bekledikten sonra devam etti. “Sonra, bu Sinem, ayakkabıcı Metin amcanın dükkanında tezgahtar olarak çalışmak istediğini söyleyince, babam ona, sen daha çocuksun, çalışamazsın, hem seni liseye okumaya yollayacam ben, dedi. O da babama, ben büyüdüm, büyüdüğümü İsmail abim bile diyor da sen bi göremiyon, dedi babama. Babam da, İsmail abin ne diye öyle dedi, diye sorunca, şaka etmek için, sen büyümüşün, seni everelim artık dedi, dedi. Babam, onun böyle demesine kızdı tabii… Sinem’i de, ne işin vardı onun evinde diyerekten azarladı. Sinem de, sigara aldırdıydı, dedi. Babam, başka bir şey yaptı mı o serseri sana diye sorunca, Sinem korkaraktan, memelerin de büyümüş, diye kaçırdı ağzından. Babam buna çok kızdı, memelerini mi açtırttı, diyerekten bağırınca Sinem de açmadı da elledi, dedi.”
Polis memuru onun anlattıklarından pek bir şey anlayamayarak sıkıldı. “Detayları, sorarsa, mahkemede hakime anlatırsın. Bana, detayları anlatmana gerek yok,” diyerek onu ikaz etti. “Şimdi, anladığım kadarıyla, Sinem Köseabdi, İsmail Köseabdi’nin yaptığı tacizi babana şikayet etti, öyle mi?” diye sordu.
“Öyle!”
Polis memuru anladığını yazdıktan sonra, “Sonra?..” diye sordu..
“Sonra babam İsmail denen o sapığı azarlamak için arka eve gitti.
“Sonra da Kazım Köseabdi, kızgın olarak İsmail Köseabdi ile bu konuyu konuşmaya gitti…”
“Evet!”
“Aralarındaki kavga nasıl başladı?”
“Biz orasını görmedik de, babama, Sinem’in kendisine memelerimi mıncıkla, dediğini, yatalım da sevişelim, dediğini, kendi rızasıyla onunla yattığını filan söylemiş. Babam da bunları duyunca çılgına dönerekten vurmuş İsmail’e. Birkaç tane vurmuş işte…Yani dövmeye başlamış onu… Sonra ben, Lale ablama da haber vererekten arka eve koşup ayırdık kavgalarını…”
Polis yazarak tekrarladı. “Kavganın nasıl başladığını görmedik. Sonradan duyduğumuz kadarıyla, İsmail Köseabdi, Sinem Köseabdi hakkında yalan isnatlarda bulunarak Kazım Köseabdi’yi tahrik etmiştir… Ben ve ablam Lale Köseabdi peşlerinden giderek aralarındaki kavgaya mani olduk…”
Çiğdem, onu yanlış anlayarak düzeltmek istedi. “Yanlış inatlarla değil; kızın kendisiyle zorla yatmak istediğini söyleyerek…”
Polis memuru, kızarak, “tamam,” dedi; “onları hakim bey soracak, o zaman anlat!…”
“Peki!”
“Siz kavgayı ayırdıktan sonra ne oldu da, İsmail Köseabdi, Kazım Köseabdi’yi bıçaklayarak öldürmek istedi.”
“Biz orasını da göremedik. Babam bize, siz ön eve gidin, ben de bunu evden yollayaraktan geliyom, dedi. Biz eve geldik, babam kaldı…”
“Baban. İsmail’i evden mi kovdu?”
“He! Artık bizimle yaşamamalı bu sapık, yoksa hepinize zarar vermeye kalkışır. Gitsin bu evden, başının çaresine baksın, dedi.”
“Peki, kız kardeşinize yaptığı gibi, size de bir sarkıntılığı oldu mu hiç?”
Bu soru Çiğdem’i korkuttu, onu heyecanlanarak cevapladı. “Yo! Hayır! Bana bişeyi olmadı, katiyyen!”
Ablana?”
“Ablamı bilemem. Bişey duymuş değilim ya, ablama sorarsınız gene de… Benim bildiğim bir şey yok!”
“Peki!...” Polis memuru, kısaca, “Kazım Köseabdi beni ve ablam Lale Köseabdi’yi oradan yollayarak, bize de zarar verebileceğini düşündüğü İsmail Köseabdi’yi evden yollamak için orada kaldı…” diye tekrarlayarak yazmayı sürdürdü. Yazısı bittiğinde kıza yeni bir soru yöneltti. “Siz, olaya yeniden nasıl dahil oldunuz? Babanızı bıçakladığını gördünüz mü?”
“Yok görmedik. Babamın gelişi gecikince bakmaya gittik ki, ne görelim? Babam kanlar içinde yerde yatmakta. O cani rasgele vurmuş bıçağı, vurmuş…” Sesi iyice hüzünlenmişti, ağlamaklı, “öylecene bırakmış gitmiş,” diye sürdürürken ağlamaktan kendini alıkoyamayarak hıçkırmaya başladı. “Allah bin bir kere belasını versin inşallah! İnsan değil canavarmış meğer!”
Polis memuru da üzülüyordu, devam edemeyerek yazmayı bıraktı. “Büroda sigara içmemiz yasak. Sen bir beş dakika otur burada da, kafanı bir toparla. Ben de o arada şu balkona çıkıp bir sigara içeyim de geleyim. Olur mu?”
Sinem, onu başıyla onaylarken, o da çekmecesinde ki sigara paketinden bir tek sigara ile çakmak alarak balkona çıktı.
*
İsmail, bodrumdaki demir parmaklıkların arkasında duvarları ve demir parmaklıkları yumrukluyor, bağırıyor, çığırıyor, oradan oraya kafasını vuruyordu… “Dilber!... Dilber’im!... Sevgilim!... Affet beni!... Senin de bulaşmanı hiç istemezdim ben, affet!...”
Bir süre sonra, diğer demir parmaklıkların içinden söylenmeler başladı.
“Kes ulan mızmızlığı! Kafamızı şişirdin be!...”
“Karı gibi niye mızmızlanıp duruyorsun lan şerefsiz!”
“Ulan senin çeneni s..erim! Kapat çeneni puşt!”
Bu söylenmeler İsmail’i iyice çileden çıkarttı. Dilber’i unutup, bu defa da onlara bağırmaya başladı.
“Ne diyonuz siz lan o…pu çocukları! Sizin hepinizin ananısını avradını s..rim ulan! Gebertirim ulan hepinizi!... Ulan hepinizin…”
Ötekiler de ona aynı tempoda cevabı sürdürüyordu.
“O..pu çocuğunun alası sensin lan puşt!”
“Senin ananı, avradını tüm Ankara sıradan geçirsin ulan!”
İsmail, daha da çıldırdı, parmaklıkların arasından tekmeler, yumruklar savurmaya başladı.
“Ölmüş anama küfür edenin…”
“Ölmüş ananı ölmüş babalar babalasın!”
Nezarethanelere nezaret eden polis memuru daha fazla tahammül edemeyerek odasından çıktı, geldi, parmaklıklara copuyla vurarak dolaşmaya başladı. “Kesin küfürleşmeyi!” diye bağırdı. “Burada kafeslerinizin arkasından havlayacağınıza iştahınızı hapishaneye saklayın. İsmail Köseabdi ile nasıl olsa birkaç güne kadar orada bir araya geleceksiniz! Erkekseniz orada da küfür edin ona da, görün gününüzü! Değil mi, İsmail Köseabdi?” İsmail Köseabdi adını mahkumların belleğinde yer etmesini isteyerek üstüne basa basa, tekrarlamıştı. Gevrek gevrek gülerek odasına döndü.
Öteki tutuklular, “İsmail Köseabdi, güzel isimmiş, unutmayız,” diye söylendiler.
*
Hastaneye kaldırılışlarından ve İsmail’in yakalanışından sonra dört gün geçmişti.
Lale’nin babasıyla birlikte tedavi masrafları dudak uçlatacak kadar vardı. Tüm paraları İsmail yüzünden şu anda kör serseriyle arkadaşının cebinde olduğu için beş parasızdılar; yüklü hastane faturasını ödeyemeyecektiler. Yatağının üstünde kara kara düşünerek, viziteyi bekliyordu. Doktor gelir gelmez bu durumu ona izah edecek ve taburcu edilmesini rica edecekti.
Ameliyatını yapan nöroşirurji profesörü, peşinde onlarca doktor, genç doktor adayı ve hemşireyle dolaşmaya başladığında, adama söyleyeceği her şeyi kurgulamıştı, fakat hoca hastalığın seyri hakkında serviste görevli yardımcısından bilgi alır almaz, onun yanından o kadar hızlı geçip gitti ki, derdini anlatmak için arkasından bağırsa sesini duyuramazdı. Arkasından koşup gitmesine de kolundaki serum maniydi.
Öğlenden sonra Metin gelir gelmez, onunla bu konuyu konuştu.
“Metin amca, sabahleyin, buranın muhasebesinden bir memur geldi. Sigortanız var mı, filan diye sordu? Bana bir sürü kağıt imzalattı. Babamın ve benim tedavimizin kaç paraya yapıldığını sordum ona. Henüz belli değilmiş ya, epeyi tutarmış.Bizim beş paramız yok ki! Nasıl ödeyeceğiz onca parayı?”
Metin de kaygılandı. “Babana elli kere Bağkur’a kaydol dedim ya, dinlemedi.”
“Ne yapacaz?”
“Dur bakalım…”
Lale, babasından başka bir de Çiğdem için kaygılanmaya başlamıştı. “Çiğdem’i karakolda tutuyorlarmış dört gündür. Olacak şey mi bu? Neden böyle yapıyorlar ya, Metin abi? On yedi yaşında bir kız çocuğunun ne işi var dört gündür karakol nezarethanelerinde, bu nasıl devlet böyle?”
Metin, Çiğdem için iki defa gidip bilgi almıştı. Salıvermiyorlardı. İkinci gidişinde bir avukatla birlikte gitmişti ve yaşının küçük olması nedeniyle karakolda tutulmaması gerektiğini ve hemen bir Cumhuriyet Savcısının önüne çıkartılması gerektiğini anlatmaya çalışmışlardı.
*
Dilber ve Çiğdem göz altındaki dördüncü günlerinde hakim önüne çıkartılacaklardı; mahkemeye sevkleriyle ilgili evraklarının hazırlanmasını bekliyorlardı. Aynı mahkemeye onlarla birlikte İsmail de götürülecekti. Dilber’in de Çiğdem’in de canı çok sıkkındı.
Dilber, “aç şu pencereyi de, birer sigara içelim,” dedi.
Çiğdem, demir parmaklıklı pencereyi açarken, onu fark eden bir polis memuru müdahale etti. “Kime sordun o pencereyi açmak için?”
Ona cevabı Dilber yetiştirdi. “Bir sigara içecektim. Ben rica ettim açıvermesini.”
Polis memuru, “camı açmak da, sigara içmek de yasak,” dedi.
Dilber, “dört gündür içip duruyorduk, kimse bir şey demiyordu, size gelince yasak oldu,” diyerek sigara paketi ile çakmağı çantasına sokuşturdu.
Polis memuru, “Göz yumulmuştur,” diyerek gülümsedi.
Çiğdem, polisin sempatik tavrından cesaret alarak, “mahkemeye İsmail abimle aynı arabada mı götürüleceğiz?” diye sordu.
“İsmail Köseabdi, şu anda adliyenin bodrum katındaki nezarethanede hakim önüne çıkartılmayı bekliyor. Korkmayın, onunla bir araya getirilmezsiniz.”
İki kız da bu habere sevincini belli ederek birbirine gülümsediler.
Polis memuru giderken, “sigaranızı, dikkat çekmeden için; ama şu klimayı da açık, hava sirkülasyonu yapar.”
Dilber, yeni duruma sevinerek, adamın peşi sıra hemen çıkarttığı paketten bir sigara yaktı.
“Salak! Önce havasını bastı, sonra da kıyak yaptı, aklı sıra. Çiğdem’ciğim, çalıştır şu vantilatörü de ağız tadıyla bir sigara içeyim.”
Evinin ezik kızı Çiğdem, nezarethanede de kullanılıyordu ya, bunun bilincinde değildi. Gitti, şalteri çevirdi. Vantilatörü çalıştırırken, “babam nasıl olmuştur acaba?” diye söylendi.
Dilber, “dün Metin amca dediğin o adam söyledi ya! Komadan çıkmış…” diye yanıtladı onu.
“Komadan çıktı, ama hala uyutuluyor, dedi ya?”
“Uyutulmaya devam edilmesi, hastalığının seyrini kontrol altın da tutmak için. Korkma…”
“Çok korkuyorum be abla… Babama bir şey olursa, biz ne yaparız sahipsiz?”
“Olmaz, olmaz… Rahat ol!”
*
İsmail, loş bir ışıkla aydınlatılmış büyük nezarethanede elli kadar mahkumla bir aradaydı. Sesini kesmiş, hiç ses çıkarmadan bir köşede çömelerek sinmişti. Zaman zaman bir takım isimlere sesleniliyor, ismi anılanlar alınıp götürülüyordu. İsmail de çağırılmayı bekliyordu, bir an önce hakim önüne çıkmalı, ne olacaksa olmalı ve sükunete kavuşmalıydı, çünkü çok yorulmuştu. Kafasının içi samanla dolu gibiydi.Kafasını azıcık oynatmayı görsün, kafatasının içindeki bir şeyler, hışır hışır ediyordu hemen ve onu sinir ediyordu, o nedenle sindiği yerde bir milim dahi kıpırdamadan öylece duruyordu. Olayın olduğu günden beri babasını ilk defa dün gece düşünmüştü ve hıçkırarak ağlamıştı. Ondan öylesine nefret ediyordu ki, onu öldürmeyi başaramadığı için kendi kendine sinir yaparak hırsından saatlerce ağlamıştı.
*
Klasik mahkeme salonu görüntülerine hiç benzemeyen bir duruşma salonuydu. Nöbetçi hakim bir masada, savcı onun tam karşısındaki diğer masada ve ikilinin arasında ki üçüncü bir masada da sekreter oturuyordu.
İsmail bunların önündeki parmaklıklı bir bölmede başını iyice önüne eğmiş, sessizce ve hiç kıpırdamadan dikilmekteydi.Nöbetçi hakim her ne sorduysa, hiç birisine, bir tek sözcükle dahi cevap vermemişti, hatta bulunduğu pozisyonu değiştirecek biçimde kıpırdamamıştı bile…
“Evladım! Kaldır başını da bak bana, bakayım!”
İsmail, tınmamıştı.
Bu duruma sinirlenen hakim, “yüzüme bak!” diye emretti.
İsmail de gene kıpırtı yoktu.
Bu tip vakalar karşısında ne yapacağını bilen hakim, sekreterine döndü hemen: “Yaz kızım!Zehra ve Kazım Köseabdi’den doğma, yirmi beş ekim bin dokuz yüz seksen sekiz Ankara Sincan doğumlu İsmail Köseabdi’nin tutukluluğuna, tutuklunun akli baliğ olup olmadığının tespit edilmek üzere tam teşekküllü bir devlet hastanesinin psikiyatri polikliniğinde güvenlik güçleri gözetimindeki kilitli bir bölmede olmak kaydıyla kontrollerinin yapılarak neticeyle alakalı resmi Sağlık kurulu raporunun 1189 taksim 2009 sayılı dosyaya bildirilmesine…”
İsmail, böylece hapishane yerine hastaneye gönderiliyordu.
Onun götürülmesinden bir müddet sonra aynı hakimin karşısına önce Çiğdem çıkartıldı. Hakim, dosyasından onun on yedi yaşında olduğunu öğrendikten sonra, dört gündür polis merkezinde göz altında tutulmuş olmasından dolayı, kıza yapılan muamelenin işgüzarlık olduğunu söyleyerek ağza alınmayacak küfürler sarf etti. Uzun süren bir söylenmeden hemen sonra, sakinleşir sakinleşmez sekreterinden özür diledi. “Affedersiniz, kızım! Bu herifler gene sinirlerimi bozdular…”
“Estağfurullah, efendim!”
Çiğdem’e döndü. “Seni teslim alabilecek bir büyüğün yok mu?” diye sordu.
“Dışarda, Metin amcam var hakim bey.”
Hakim bu defa kapı ağzında dikilmekte olan mübaşire seslendi. “Çağırıver Metin amcayı!”
Mübaşir kapı önündeki Metin’i içeri aldı. Metin, çekingen, gelerek Çiğdem’e yakın bir yerde dikildi.
Hakim ona da çıkıştı. “Bu kızcağızı dört gün göz altında tutmalarına niçin müsaade ettiniz? Yaşı reşit değil bunun!”
Metin, “bir avukat arkadaşla gittik, itiraz ettik, ama dinletemedik efendim,” diye karşılık verdi. “Mahkemeye çıkana kadar tutacağız, dediler.”
Hakim yeniden başladı küfüre. “Riyakar oğlu riyakarlar…Yedi sülalesini s..ğim şerefsizleri!” Sonra, sekreterinden gene özür diledi. “Affedersiniz kızım, sizin yanınızda…”
“Önemli değil, efendim.”
Metin’e döndü. “Al götür bu kızcağızı, serbesttir! Duruşmalar için gerekli görürsek çağırabiliriz, o zaman getirirsiniz…”
Metin de, Çiğdem de sevinçlerini belli ederek kucaklaştılar.
Hakim, onları, müdahale ederek, “sevincinizi eve saklayın. Evinizde rahatça sevinirsiniz. Çıkın haydi, gidin!” diyerek yolladıktan sonra sekretere döndü. “Yaz kızım! Kazım ve Zehra’dan doğma üç şubat bin dokuz yüz doksan iki doğumlu Çiğdem Köseabdi’nin beraatine…”
Metin ve Çiğdem adliye binasından hızla uzaklaşmışlardı. Çiğdem, “beni ablamla babama götür Metin amca,” dedi.
Bir taksihye binerek hastanenin yolunu tuttular.
Dilber, hakim karşısında ağlamaya başlamıştı. Hem ağlıyor, hem anlatıyordu. “Saygıdeğer yargıcım! İsmail, benim erkek arkadaşımdı. O gece bana misafirliğe gelmişti ve o kadar soğukkanlıydı ki, kendisinden hiç şüphelenmemiştim. Bilmiyordum yaptıklarını. Müzik dinledik, biraz içki içtik ve yattık. Sabah erkenden onu yakalamak için gelen polis memurlarından öğrendim cinayete gteşebbüs suçu işlediğini, inanın ki!”
“Üniversite öğrencisiymişsin…”
“Hacettepe’de konservatuar öğrencisiyim efendim. Müzik bölümünde…”
Bu lafının üzerine hakim, “Canan Tezel’i tanıyor musun?” diye sordu.
Dilber şaşırarak, “benim en samimi arkadaşımdır, efendim,” dedi.
Hakim tebessüm ederek, “benim de,” dedi. “Kendisiyle iyi anlaşırız.”
Dilber birden hatırladı. Canan’ın babasının yargıçlık yaptığını biliyordu. “Siz Canan’ın babası Sadık amca mısınız?” diye sordu.
Hakim kızarak, “amca yok!” diye çıkıştı. “Sayın yargıç!” Sonra da yumuşayarak, “evet,” dedi. Cebinden cep telefonunu çıkartan adam bir numarayı tuşlayıp açılmasını bekledi.
Canan, evlerindeyken telefonla babasının aradığını görerek, “efendim babişko,” diyerek açtı telefonu.
Hakim onu da azarladı. “Babişko yok! Sayın yargıç!” Sonra da şakaya vurarak bu dalgınlığını örtbas etmek istedi. “Dilber Aydeniz’i tanıyor musun?” diye sordu.
Canan şaşırdı. “Elbette! Kankim o benim. Ne oldu?”
“Ne olacak? Başı belada! Şu anda karşımda cinayete tam teşebbüse yardım ve yataklık etmek suçundan bulunuyor!”
“O İsmail Köseabdi ile bir alakası var mı olayın babişko?”,
Bu defa da hakim şaşırarak, “İsmail Köseabdi’yi nereden tanıyorsun sen?” diye çıkıştı.
“O Dilber’in erkek arkadaşıydı. Oradan tanıyorum. Oğlan psikopatın teki, ama Dilber bir türlü anlayamadı ki!”
“Psikopat olduğunu?”
“Evet! Aynı orkestrada çalıştıkları için onu bir adam zannediyor. Geçenlerde garın orda, çay bahçesinde otururken bir kör adamcağızı tekme tokat dövdüğüne şahit oldum. Tam bir manyak!”
“Şimdi de babasını öldürmek istemiş. Senin arkadaşın da yardım…”
Canan hemen onun sözünü kesti. “Katiyetle Dilber’in yardımı filan yoktur o olayda, kesinlikle yoktur. Haberi bile yoktur!”
“Kendisi de öyle diyor.”
“Sen kızına inan babişko. Dilber, oğlanın öyle bir şey yapmış olduğunu bilseydi, onu kendi elleriyle teslim ederdi polise.”
“Anladım. Şimdi bu arkadaşını gene de yargılayacağız. Sence tutuklıu olarak mı, tutuksuz olarak mı yargılansın, ne dersin?”
“Babişko lütfen tutuklama Dilber’i! Yalvarıyorum sana!”
“Ya kaçarsa? Ya duruşmalara gelmezse? Kefil oluyor musun?”
“Hem de sonuna kadar. Serbest bırakıp bizim eve yolla onu. Birkaç gün misafirim olsun da toparlansın. Hem de sen yakından tanımış olursun bizdeyken.”
“Öyle olsun bakalım!” diyerek telefonu tamamen kapattı. Dilber’e döndü. “Duyduğun gibi, kızım seni bırakmam için kefil oldu sana. Haydi bakalım, doğruca bizim eve, Canan’ın yanına git!”
Dilber, mutluluktan uçmaya başladı. “Çok teşekkür ederim efendim. Sağolun efendim!”
“Sevinmek için erken. Yargılanacaksın daha!
“Yüce adalete güveniyorum efendim. Masumiyetim anlaşılacaktır inşallah!”
“İnşallah!” Sekreterine döndü gene, “Yaz kızım!”…”
*