"Mektuplar kaçıp gelse şenlikli İstanbul'dan
Gün ağarırken zülfünün güzel kokusunu alırım Bağdat'tan
Gül yüzünden uzak kalalı nice canlar verdim
Geceleri sabahlara kadar feryat ederim..." MUHİBBİ
Kırımlı akıncılar başlarında Yavuz Sultan Selim'e bağlı Türk beyleri olduğu halde Ukrayna'ya, Galiçya'ya akınlar yaparak ganimet toplayıp bulabildikleri yaşı küçük bütün oğlan ve kız çocuklarını esir aldıktan sonra her yanı ateşe veriyor, kan akıtıyorlardı. Elde edilen esir oğlan çocukları belli bir bahşiş karşılığında acemi ocağına teslim ediliyor, kız çocukları ise esir pazarında satılıyorlardı. Türk Beylerinin, kız çocukların dikkat çekecek kadar güzel ve sağlıklı olanlarından bazılarını Osmanlı Sarayına hediye olarak sunduğu da oluyordu.
Altı yaşındaki Rivzia 1506 yılında, Dynestre kıyılarında Roxolania kasabasında doğmuştu. Babası kasabanın papazıydı.
Akıncıların Roxolania 'ya girdikleri gün Rivzia, papaz babasının kollarından sökülüp alındı. Kendisi gibi her biri birer çocuk olan pek çok esir ile birlikte Kırım'a, oradan da işi esir taşımak olan köhne bir geminin karanlık ve ıslak ambarında günlerce, pek çok çocuğun telef olup denize atıldığına şahit olarak ve kendisini hiç tanımadığı, dilini bilmediği bir diyara sürükleyen bu yolculuğa lanet ederek İstanbul'a getirildi.
Osmanlı Sarayına cariye olarak hediye edilemeyecek kadar perişan ve hastalıklı haldeydi; ödenecek bir kaç altın karşılığında esir pazarında satılmasına karar verildi.
Osmanlı Sarayının harem ağalarından Kara Davut cariyelerinin siparişlerini görmek için yardımcılarıyla birlikte pazar yerindeki sergileri dolaşırken bir zamanlar kendisinin de satın alınıp saraya götürüldüğü esirci barakalarının bulunduğu alana uğramadan edemedi. Zayıf ve hastalıklı haliyle acemi ocağına kabul edilmediğinde getirilmişti buraya. Satılmayı bekleyen küçük kız çocuklarının arasında ufacık kalmış Rivzia'yı korkudan titrerken görünce kendi halini hatırlayıp pek acıdı ona. Bir kenara dikilip esir ticaretini seyretmeye başladı. Kızların her biri bir alıcı bulmakta, yapılan pazarlıklar sonucu alınıp götürülmekteydi. Kara Davut'un dudaklarına bir tebessüm yapıştırarak sempatiyle seyrettiği o zavallı kızcağız ise korkuyla titreyerek kaderinin tecellisini beklemekteydi, ama henüz bir taliplisi çıkmamıştı.
Rivzia, etrafındaki birçok adamıyla beraber serginin kenarında dikilerek kendisine bakmakta olan parıltılı şık giysiler içindeki süslü adamı fark ettiğinde gözlerini ona çevirdi. Haremağası Kara Davut onun zümrüt yeşili gözlerinden akan ıslaklığı o an fark etti. Doğduğu topraklardan koparılarak zamanın en kudretli imparatorluğunun başkentine getirilmiş bu kız çocuğunun gözlerinde, diğer çocukların aksine, vahşi bir parıltı vardı. Ani bir kararla esircinin yanına gitti. Ona Rivzia'yı göstererek fiyatını sordu. Hararetli bir pazarlık oldu aralarında, sonunda mutabık kalınan fiyat ödendi ve Rivzia Kara Davut'a teslim edildi.
Mehdi Ulya Sultan, harem ağasının kendisine sunduğu hastalıklı kızı görür görmez sinirinden küplere bindi. Kara Davut'un ısrarla, iyi bir bakımdan sonra çok güzel bir cariye haline geleceğini söylemesi üzerine harem ağasına duyduğu itimatla, kızın yetiştirilmesiyle ilgili her sorumluluğu ona yıkarak kızın sarayda kalmasına izin verdi.
Kara Davut, tatlı sert tavırlarıyla gıdasına, sağlığına ayrı bir önem verdi Rivzia'nın. Kız hızla toparlandı, boyuna posuna gelişti. Hem Rusça, hem Türkçe bilen cariyeleri görevlendirerek Türkçe öğrenmesi için uğraştı. Rivzia, zekâsıyla ve becerileriyle yeni hayatına o kadar çabuk benzeşim gösterdi ki, doğduğu kasaba da, yetiştiği aile de hafızasındaki yerlerini yitirmeye başladılar. Her haliyle sempati toplamaya başlamıştı. Türkçeyi aynı yıl içinde konuşur oldu. Müslüman yapılarak Kur’an-ı Kerim okuması öğretildi, hatim indirdi. Beş vakit namazı kaçırmadan kılmaya başladı. Mehdi Ulya Sultan, saraya getirilişinin henüz ikinci yılında iken böylesine büyük gelişmeler göstermiş olan Rivzia'yı çok beğendi ve onu yakınında tutmaya başladı. Hareme girdiği andan itibaren sergilediği neşeli ve şen şakrak tavırları sebebiyle, adına Hürrem denildi. Bu zaman dilimi içerisinde tüm günlerini haremde diğer cariyelerle beraber geçiren Rivzia, kısa zamanda, hamam sefaları, giyim kuşam ve süslenmeden ibaret olan bu hayattan sıkılmaya ve zaman zaman asi bir genç kız gibi çevresindekilerle dalaşmaya da başlamıştı.
Yavuz Sultan Selim aniden vefat ettiğinde (1520) Rivzia on dört yaşına ulaşmıştı. Manisa'dan alelacele getirilen Şehzade Süleyman babasından boşalan tahta çıkarıldı. Yeni padişah hemen hareme girerek annesinin elini öpüp hayır duasını aldı. O esnada annesinin hemen yanı başında bulunan zümrüt gözlü genç bir cariyeye çok dikkatli baktı. İlk kez göz göze geliş... Dynestre kıyılarındaki Roxolania kasabasından sökülüp getirilen Rivzia'nın inanılmaz kaderi ona dünyanın en unutulmaz aşklarından birini yaşatmak için hazırdı işte! Öyle bir aşk ki, Dünya imparatoru Muhteşem Süleyman'ın yüreğinde kendi imparatorluğunu kuracaktı.
Hırçınlığı ile ünlenen Hürrem'in yine bir gün haremi birbirine kattığı sırada Kanuni Sultan Süleyman, annesi Mehdi Ulya Sultan ile birlikte oradan geçiyordu. Sesleri duyan Sultan Süleyman, içeri girdiğinde Hürrem'i gördü ve harem ağasına, Hürrem'i rahat bırakmasını ve incitmemesini emretti.
Rivzia bu olaydan sonra padişah tarafından gece odasına alındı. Böylece Hürrem Sultan ismiyle anılacağı, hayatının yeni aşaması da başlamış oldu. Ama Hürrem'e bu yetmiyordu. Kararlıydı; köle olarak dâhil olduğu bu iktidar oyununun patronu olacaktı. Batılı çevrelerin andığı biçimiyle o ‘Osmanlı’nın Kraliçesi’ olmalıydı.
Esaret, analarının babalarının kollarından sökülüp getirilen pek çok kız çocuğu için sonun başlangıcı olurken Rivzia'ya sınırsız bir otorite ve gösterişin kapılarını ardına kadar açtı. Bir zamanlar esir pazarında bacakları tirtir titreyerek satılmayı bekleyen o küçük kızın karşısında artık nice insanın bacakları titreyecek, tek sözüyle kelleler kopacaktı.
*
Hürrem Sultan, Muhteşem Süleyman'ın Gülfem Sultan ve Mahidevran Sultandan sonra hayatına soktuğu üçüncü kadındı. Diğer iki kadının önüne geçebilmek için bilinçli bir mücadele başlatarak oyun içinde oyunlar kurguladı.
Gülfem'in sarayın bahçesinde dolaşırken zehirli bir yılan tarafından sokulup ölmesi, hiç kimsenin aklına o yılanı kadının yolu üzerinde bırakılmasında Hürrem Sultan'ın parmağı olduğu şüphesini getirmedi.
Padişah'ın, ilk şehzadesi Mustafa'yı doğuran Mahidevran Sultan'dan sonra Hürrem Sultan da bir erkek çocuk doğurdu. Adı Mehmet konulan şehzadenin doğumundan sonra Hürrem Sultan'ın yüreğine bir acı çöktü, çünkü Kanuni Sultan Süleyman'ın daha önce doğan bir oğlu vardı ve babasından sonra muhtemelen o tahta geçecekti. Üstelik taht kavgalarını önlemek üzere diğer veliahtların ortadan kaldırılmasına cevaz veren Fatih Yasası da halen yürürlükteydi.
Bir anne doğurduğu çocuğunun öldürüleceğini bile bile onu nasıl büyütebilirdi? Korkunç bir şeydi bu... "Ölen benim oğlum olmamalı!" diye düşündü. "Buna engel olmalıyım..." Kafasında bunun için kurguladığı adımları atmalıydı. Acele etmeden, yavaş yavaş...
İlk adımı "haseki" unvanını elde etmek için attı.
"Sana bir erkek evlat doğurduğuma göre artık kölelikten çıktım. Gelenekler, benim özgür olduğumu söylüyor. Ya beni nikâhına al, eşin olayım ya da bize izin ver; çocuğumu alıp gideyim."
Muhteşem Süleyman gözü gibi sakındığı cariyesinden bu öneriyi duyduğunda, "gitmene tabii ki razı olmam," dedi. Öte yandan bir padişahın gayrimüslim bir cariye ile nikah kıyması da mümkün değildi; daha önce böyle bir uygulamanın örneği yoktu. Zor bir karardı vermesi gereken. "Tamam," dedi; "nikahlı eşim olacaksın. Ancak bu sözüme güvenip bir süre beklemelisin."
Birinci adımı beklemeye alınmıştı, fakat kaybedecek vakit yoktu; hemen ikinci adımı atıp Mahidevran Sultan'ı haremden yollayarak tüm ipleri kendi elinde tutmalıydı.
Veliaht şehzadenin annesi olmanın kibirliliği ile Hürrem Sultan'a tepeden bakma alışkanlığı olan Mahidevran Sultan, Muhteşem Süleyman'ın kendisine göstermediği alakayı ona göstererek şımartmasına katlanamıyordu. Sonradan gelen öne geçmişti... Bu kıskançlığıyla Hürrem Sultan'ın beklediği fırsatı kolayca yaratıverdi. Ufacık bir tahrikle Hürrem Sultan'ın saçını başını yolarak ona güzel bir dayak attı. Kıskandığı yeni yetme cariyeden bütün hıncını çıkartmıştı işte! Ama bu rahatlama onu öyle bir rahatsız edecekti ki... Hürrem zeki bir kadındı, ince hesaplar onun işiydi. O gece Muhteşem Süleyman tarafından yatağına çağırılan Hürrem Sultan, Kanuni'ye şu mesajı göndererek çağrıyı reddetti: "Yüzüm gözüm çizili, kolum bacağım morarmış bir şekilde Sultan'ın huzuruna çıkmaya layık biri değilim. Eğer bu şekilde huzuruna çıkarsam onun büyüklüğünü zedelerim."
Muhteşem Süleyman, hiç bir cariyenin cesaret edemeyeceği, ettiği takdirde de canından olacağı bu tavrı hiç beklemediğinden şaşkınlığa düştü. Emir verdi: "Derhal huzuruma gelsin, yoksa..." Emri getirenlerin refakatinde padişahın huzuruna çıkartıldığında ağlayarak başından geçenleri abartılı bir dille anlattı. Hemen o gece Hürrem efendisinin güçlü kolları arasında teselli edilirken Mahidevran Sultan palas pandıras Manisa'da sancak beyi olan oğlu veliaht şehzade Mustafa'nın sarayına gönderildi. İşte, nihayet Osmanlı Sarayı'nın ve Muhteşem Süleyman'ın tek kadını oydu.
Şehzade Mehmet'ten sonra birer yıl arayla Mihrimah, Abdullah, Selim ve Beyazıt'ı doğurdu. Bu doğumlardan sonra nihayet 1530 yılında, yani ilk karşılaştıklarından tam on yıl sonra, Muhteşem Süleyman'dan beklediği müjdeyi de aldı. Onun nikâhlı eşi olacaktı. Muhteşem Süleyman'ın sevgili eşi, kendisine nikâh kıyılmış tek Osmanlı saray kadını oluyordu. Bunun için Topkapı Sarayında görkemli bir düğün de yapıldı ve böylece 24 yaşındaki Hürrem Sultan 'cariye' olarak kalmaktan kurtulmuş, çok istediği 'Haseki Sultan' unvanına da kavuşmuştu; böylece sarayda ve devlet yönetiminde ağırlığı artacaktı ki, bu onun çocuklarının akıbetini bertaraf edebilmesi için atacağı adımlarda önemliydi.
Aynı anda şehzadelerin sünnet düğünü de düzenlenerek At Meydanında (Sultanahmet Meydanı) günlerce eğlenildi. Düğünden hemen sonra altıncı ve son çocuğu Şehzade Cihangir de doğdu. Padişahın nikahlı eşi olarak doğurduğu bu şehzade ne var ki engelliydi, yani tahta çıkamayacaktı. O da zaten din, sanat ve tarih eğitimi alacak, pek ortalıkta görünmeyecekti.
Hürrem Sultan, kayınvalidesi Mehdi Ulya Sultan (Hafsa Sultan)'ın hayatını kaybetmesiyle birlikte özgürlük alanını daha da genişletmişti. Şimdi, planladığı üçüncü adımı da atmanın ve iktidarını sağlama almanın ve yaymanın tam vaktiydi. Veliaht şehzade Mustafa yok edilmeli, kendi oğullarından birini tahta geçirmeliydi. Bu adım çok meşakkatliydi, uygulanması riskliydi. Tüm detayları belirlemeli ve hiç acele etmeden, her hamlesini bir satranç ustası gibi, inceden inceye planlamalıydı.
Üçüncü adımını atarken ilk uygulamasını kızı Mihrimah Sultan'ı Diyarbekir Beylerbeyi Hırvat asıllı Rüstem Paşa ile nikâhlamak oldu. Bu olay, hem Rüstem Paşa hem de Hürrem Sultan için karşılıklı bir çıkar ilişkisi ve ikbal kaygısına dayanıyordu. Damat Rüstem Paşa, Diyarbekir Beylerbeyliğinden Kubbe Vezirliği'ne atanarak İstanbul'a geldi. Hürrem sağlam bir müttefik kazanmıştı.
Üçüncü adımını atarken ikinci uygulamasını rakip şehzade Mustafa'yı, Manisa'dan Amasya sancağına gönderterek yaptı ve onun yerine Hürrem Sultan'ın büyük oğlu Şehzade Mehmet Manisa Sancağına atandı. Hürrem Sultan, Padişah üzerindeki nüfuzunu bir taraftan atamalar için kullanırken, diğer taraftan da bazı siyasi gelişmelere etkide bulunuyordu.
Üçüncü adımını atarken üçüncü uygulamasını, Padişah'ın çok yakını ve sırdaşı olan Sadrazam İbrahim Paşa'nın idamı ile yaptı, zira İbrahim Paşa Hürrem Sultan'ın ayağına dolanmakta ve yapmak istediklerinin karşısında saf tutmaktaydı. Bir başka deyişle, İbrahim Paşa Şehzade Mustafa'yı destekliyordu. Hemen Padişah'ı ona karşı doldurmaya koyuldu ve Paşa'nın tahta göz diktiğini söylemekten bile kaçınmadı. Ve tabii ki, Padişah'ı ikna edince İbrahim Paşa kellesinden oldu.
Artık üçüncü adımını tamamlamaya gelmişti sıra. Vakit, Şehzade Mustafa'nın öldürülmesi vaktiydi...
Şehzadelerden Abdullah henüz çocukken, Mehmet ise o günlerde hayatlarını kaybetmişlerdi. Mehmet'in ölümüyle tahta yeni varis aramaya başlandı. İki oğlunu yitiren Süleyman'ın dört oğlu kalmıştı: Mustafa, Selim, Bayezid ve Cihangir. En büyükleri olan Şehzade Mustafa, muhtemel veliaht olarak görünüyordu. Ama o ölürse...
O ölürse tahta onun oğullarından birisi geçebilecekti.
Kanuni artık ihtiyarlamış, saraya çekilmişti. Halkın ve ordunun gözdesi Şehzade Mustafa, babasının yerini almak için tetikte bekliyordu. Hürrem ise Kanuni'nin yerine oğlu Bayezid'i geçirme planları yapmaktaydı.
Müttefiki ve damadı Rüstem Paşa ile kafa kafaya verip komplolarını hazırlamaya başladılar:
Rüstem Paşa İran Seferi'ne gönderildiğinde, plan gereği, bir dedikodu yayılmaya başlandı. Şehzade Mustafa, taht uğruna isyana hazırlanıyordu. Şehzade Mustafa'nın etrafındakiler: "Babanız kocaldı, seferden, hareketten kaldı. Bu yüzden Vezir-i Azam'ı Serdar edip sefere saldı. Kendi arzusuyla sizi yerine geçirmeyi düşünmüyor bile. Buna Rüstem Paşa manidir. Varıp Rüstem Paşa'nın başını kesseniz. Cümle asker sizi ister. Koca padişah dahi kalan ömrünü Dimetoka'da taat ve ibadetle geçirsin" diyorlardı.
Dedikodular Kanuni'yi korkuttu, oğlunun kendi saltanatına göz diktiğine inanmaya başladı. Oysa kulağına gelenler, senaryosu Hürrem ve Rüstem Paşa tarafından yazılmış bir düzmeceydi. Bu oyuna gelen Kanuni, kararını verdi. Oğlu Mustafa'nın kellesi alınacaktı! Tamamen bu sebeple İran Seferi'ne katılmaya karar veren Kanuni, oğlunu çadırına çağırdı. Şehzade Mustafa olup bitenlerden habersizdi. Babasının çadırı önüne gelince atından indi, Kanuni'nin devlet erkânı Şehzade'yi içeri aldı. Şehzade Mustafa içeri girip de babasını göremeyince etrafa şaşkınlıkla bakındı ve ilk gördüğü şey yedi cellattı.
Evet! İşte, Hürrem, amacına ulaşmış, Mustafa artık bir tehdit olmaktan çıkarılmıştı. Artık o 'Osmanlı'nın Kraliçesi' olarak kalabilecek ve öyle ölecekti.
DİPNOT: Hürrem Sultan'ın doğduğunda ismi Rivzia konulmuş, vaftiz edildiğinde kendisine Anastasia ismi verilmişti. Oleksaulra da denilirdi. Bununla birlikte Batılı kaynaklarda daha çok, doğduğu yere (Roxolania) atıfta bulunularak, Roxvona şeklinde isimlendirildi. Hem saraya gelmeden önce hem de sonra pek çok isimle çağrılan Hürrem Sultan, çok fazla sayıda mimari eser ve hayır kurumu yaptırmıştı. Eşi Sultan Süleyman, kızı Mihrimah Sultan, damadı Rüstem Paşa ve kendisi için Mimar Sinan'a çeşitli eserler yaptıran Hürrem, bu eserlerde ‘Haseki' unvanını kullanmıştı. İstanbul'daki Haseki semti, Hürrem Sultan adına yaptırılan ve içinde cami, hastane, okul, imaret, çeşme ve şadırvanın da yer aldığı Haseki Külliyesi'nden dolayı bu adı almıştır.