Benim gibi küçük suçlular, suçlarını kodamanlara karşı işleyemezler, biliyor musunuz? Gücümüz hep bir birimize yeter. Bunu dün gece ve bu gün bir güzel yaşadım ki, sormayın...

Cezaevinden dün sabah cebimdeki az bir parayla çıktım. Ne yanlarına gidebileceğim bir ailem vardı, ne de çalışıp para kazanabileceğim bir işim.

Gece olup da uyuma ihtiyacı ortaya çıkınca Tarlabaşı'nın ara sokaklarındaki 3.sınıf otellerden birine dalıp, 'Reception' yazılı yere gittim.

"Selamünaleyküm!"

Oradaki öksürüklü yaşlı adam, olanca bedliğiyle suratıma bakıp, beni,  "Ve aleyküm selam!" diyerek karşıladı.

Mafia tavırlarıyla, "Recep sen misin?" diye sordum.

Adam, "benim," demesin mi? Şu tesadüfe bak sen! Ama ve lakin, "n'olcak?" diye horozlanınca yapmak istediğim espri güme gitti. Adam şakadan filan anlayacak bir tip değildi.

Hemen kıvırdım. "Recep abem benim... Devamlı kalabileceğim bir odan var mı, diye soracaktım da, abem..."

Kıvırıp kibarlaşmam da değiştirmedi adamı, aynı bedlikle, " var," dedi; "istemediğin kadar!"

"Kaç para?"

"Geceliği yirmi kağıt!"

Şaşırdığımdan, "Ah-ha!" demişim. "Bir gece için yirmi lira ha?"

Bitirim ayaklarına yatıp terslendi. "Ne oldu anam, beğenemedin mi?"

"Pahalıymış be Recep abem..."

"Tek kişilik oda fiyatlarımız öyle. Ucuz istiyorsan koğuşta bir yatak vereyim sana."

"O kaç para?

"Yedi buçuk."

"Şimdilik öyle yapalım madem. Bir yatak ver."

"Kafa kağıdını ver de yapayım kaydını."

"Kayıt mı? Ne kaydı? "

"Kayıt yapmadan olmaz. Polis  hergün tepemizde..."

Kimliğini çıkartıp adamın önüne koydum. "Buyur madem, abem..."

Otel defterine nüfus bilgilerimi girdikten sonra: "Yedi buçuğu da rica edeyim," dedi.

"Peşin mi?"

"Peşin. Veresiye defterimiz doldu da..."

Cebimden çıkarttığım paraları saymaya başladım. "Şu beş lira. Şunlar da... Altı, yedi, yedi buçuk... Buyur."

Adam sert bir ölsürükle ağzına sökün eden balgamları bir güzel yuttuktan sonra, verilen paraları aldı, cebine sokuşturdu. Danışmadan çıkıp,  "Gel yatağını göstereyim," diyerek üst kat merdivenlerine doğru yürüdü.

Beni götürdüğü odadaki diğer beş ranzadan yükselen armonik horultu korosu eşliğinde soyunup yatağıma uzandım. Cezaevinden alışık olduğum horultu sesleri annemin ninnileri gibi çabucak uyuttu beni.

Sabahın köründe odadakilerin tıkırtılarından uykum bölününce ne yaptıklarına bakmaya başladım. Ne yapacaklar? Giyiniyorlardı elbette, ama gün bile ağarmamıştı henüz, ya da azıcık ağarmıştı.

Onlara baktığımı gören birisi yaklaşıp, "kusura bakma gardaş! Seni de uyandırdık..." diyerek özür diledi.

Yatağımda doğrulup oturdum. " Estağfurullah! Hep beraber ayaklandınız... Bir şey mi var?"

"İşe gidiyoruz!"

"Hepiniz beraber mi gidersiniz siz işe?"

"Öyle."

"Ne iş yaparsınız siz?"

"Hamallık."

"Kazancınız iyi mi bari?"

"Eh işte..."

"Ne kadar geçiyor elinize?"

"Yirmi, otuz... Gününe göre."

"İyiymiş ya. Ben de böyle bi iş arıyorum  ama..."

"Bulursun inşallah!"

Çekingen,  "Sizin yaptığınız bu işi... Ben de yapamam mı ki?" dedim.

"Yok... Nerelisin sen?"

"Kütahyalı."

"Bizim işimizde yabancı çalıştırmazlar. İstanbul’daki hiçbir işte yabancı çalıştırılmaz. Yani, her vilayetin insanı, oralıların yaptığı işte çalışabilir. Sen de, Kütahyalıların yaptığı işler her ne ise, git onların yanına... Hadi eyvallah!"

"Hayırlı işler!"

Adamlar çıkıp gittiler. Ben de gerisin geriye yatağıma uzanıp sırtüstü yattım bir süre.  "Uyku mu kaldı da yatıp duruyorum böyle? Gidip bi kayıntı yapayım ben de..." Doğruldum. Başucumda asılı duran pantolonu ile tişörtü  alıp giyindim. Odadan çıkarken ellerimi pantolonumun ceplerine soktum ki, birden ceplerimdeki garipliği fark ettim. Telaşlandım, tekrar tekrar, bütün ceplerimi aradım. Heyecana kapılarak, koşturup yatağın başına geldim. Nevresiminin altını, üstünü, yastığının altını, üstünü, yatağın her yanını didik didik aradım, ama aradığım yoktu!... Sinirli ve telaşlı, merdivenlere koşturup hızla aşağı indim.

Koşa koşa otelin önüne çıktım, sağa sola bakınarak az önce odadan giden hamallara bakındım.  Öfkeyle söylenmeye başladım. "Herifler kayıplara karışmış. Nereden bulurum onları şimdi!... Hem bulsam da, biz çaldık mı, diyecekler sanki... Allah belanızı versin! Adi, hırsız herifler! Ben ne yaparım şimdi!... Ne halde bıraktınız beni be..."

Otelin önünden koşturarak tekrar otelin içine geldim. Danışmadaki ihtiyar görevlinin önüne dikildim. "Az önce benim odamdan çıkıp giden hamallar paralarımı çalmışlar!"

Adam, umursamaz tavırlar içindeydi.  "Bana ne!" diyerek terslendi.

"Ne demek bana ne! Sizin otelinizde hırsızlık yapıyorlar, siz ise bana ne diyebiliyorsunuz!"

"Sahip olmazsan, ayağından donunu bile çalarlar, gülüm! Burası İstanbul!"

Kendi kendime konuşur gibi söylenmeye başladım.

"Puşt herifler! Adam hiç olmazsa bir iki lira bırakır cepte! Ben beş parasız ne yapacağım şimdi! Allah belanızı verir inşallah!"

*

Güneş uzaklardaydı, henüz geceden kalma serinliğin hükümranlığı vardı ortalıkta. Üşüyordum ve moralim son derece bozuktu. Yol üstündeki bir kahvehaneye girip camın önündeki bir masaya geçip oturdum.

Garson gelip, "çay mı?" diye sordu.

Sadece oturarak biraz ısınıp vakit geçirmeye ihtiyacım vardı. Bir bardak sıcak çay da iyi gelirdi, ama beş param yoktu ki, içemezdim. Durumumu garsona izah etmeye çalışırken epey zorlandım.

"Şefim! Gece, otelde aynı odada kaldığımız hamallar cebimdeki paralarımı aşırdılar. Beş para bırakmamış puştlar! Çay içmeden, biraz oturup, sonra gitsem olur mu?"

Garson, durumuma üzüldüğünü belli ederek, "çok muydu paran?" diye sordu.

"Altmış liraydı. Başka param da yoktu..."

Garson, "ben bir çay ısmarlayım bari," dedikten sonra, bir şey söylememe fırsat bırakmadan gitti. Az sonra getirdiği çayı önüme bıraktı. "İstediğin kadar takıl, kafana göre!" dedikten sonra uzaklaşıp kendi işine bakmaya başladı.

Kahvehanede uzunca bir süre oturdum. Saat epey olmuştu ve dışarıdaki güneş hükümranlığı ele almıştı. İş yerleri çoktan açılmıştı. Kafamda tek şey vardı, iş aramak...

Garsonluk, tezgahtarlık, ayakçılık, ne işi olursa olsun çalışmaya hazırdım, fakat iş verenler beni çalıştırmaya hazır değildi; belki yüz tane iş yerine girip çıktım ve hepsinden havamı aldım. Bacaklarım yorgunluktan et kesmişti ve daha önemlisi açlıktan geberiyordum. Taksime çıkıp kalabalık içinde görünmez bir adam olmak ister gibi İstiklal caddesine girdim, ellerim cebimde yürümeye başladım.

Lüks bir lokantanın önüne geldiğimde gözlerimi lokantanın içine çevirdim. Masalar açlıklarını gidermeye uğraşan insanlarla doluydu ve garsonlar onlara hizmet etmek için koşuşturmaktaydı. İçeri girip bir iş istemeyi kurdum, fakat o an, “Burası havalı bir yer, bu üst başla belki beğendiremem kendimi.” diye düşününce üstüme bir tutukluluk geldi. İçeri girmek için bir türlü yüreklenemedim, dakikalarca dikile kaldım.

Kendi kendimi cesaretlendirmeye çalışarak bir gayret kapıdan girmeye yelteniyor, tam girecekken cesaretim kırılıyor, geri dönüyordum. Ben bu şekilde hareketlendikçe yanımdan geçenlerin dikkatini çekmekteydim. Sonunda cesaretimi toparladım, kapının eşiğini aştım. Daha ağzımı açacakken, garson karşılayınca şaşırdım.

Garson,“Buyrun, Buyrun!...” diyerek beni götürdü, dip masalardan birinde sandalyeyi önüme sürerek yer gösterdi. “Şöyle buyurun!”

Bir şey söyleyemeden bakakaldım. “Beni müşteri sanıp, saygıyla yer gösteriyor... Ne yapacağım şimdi, ben?... Ben bulaşık da yıkarım, ne işiniz varsa görürüm, pirinç ayıklarım, soğan soyarım, boğaz tokluğuna beni çalıştırın, diyemem ya!...” Elimde olmadan, garsonun önüme çektiği sandalyeye çöktüm.

Garson, “Emriniz?” diye soruyordu.

Kara kara düşünmeye başladım. “Hay Allah kahretsin... Ne emri yahu, ben iş istemeye geldim.” Dilim damağım heyecandan kurumuştu, ıslatmak için masadaki sürahiden iki bardak peş peşe su içtim.

Garson, sorusunu yineledi. “ Emriniz, beyim?”

Kafamı karışmıştı. Aklımdan, “Emrim mi? Burada boğaz tokluğuna çalışmak...” diye geçirdim. Adama, “Estağfurullah! Neler var?” diye sordum.

“ Çorba, döner, şiş köfte, ızgara köfte, yoğurtlu köfte, piyaz, salata, pilav, tatlılardan: irmik helvası, revani...”

Garson konuşurken, yemek listesindeki fiyatlara bakmaktaydım. Şeytan, karnımdaki gurultuları dillendirerek 'ızgara köfte de, tatlı da, lütfen,' diye yalvararak kulaklarımı tırmalamaktaydı. Şeytana uydum.  “Çorba!” dedim adama. “Arkasından da bir ızgara köfte ile bir revani getirir misin?”

“Hay hay!”

*

Kısa zaman içinde yapılan servisleri silip süpürdüm. Karnımı iyice doyurup da iki bardak su içtikten sonra yazar kasanın önüne gittim. “Hesabım ne kadar?”

“On dokuz lira.”

Borcumu ödeyecekmiş gibi ellerimi pantolonumun ceplerine soktum, çıkarttım, sırayla diğer ceplerimi yokladım. Tabii ki, hiç bir cepte para yoktu. Kızarıp, bozarıp, kekeleyerek, "Ama,… daha demin…. az önce,… cebimdeydi paralarım…" dedim.

Kasiyer, " bırak bu ayakları, yemeyiz biz!" diyerek terslenmeye başladı. "Daha kapıdan girdiğinde anlamıştım senin bu haltı yiyeceğini ben..."

Durumu fark eden şef garson yanımıza geldi. Durumu anlamak için, "ne oldu?" diye sordu.

Ona, "Tam hesabımı ödeyecekken cebimdeki paraları bulamadım..." dedim. "Düşürmüşüm heralde..."

Garson, "Kaptırmışsındır, kardeş… Geçmiş olsun!" dedikten sonra kasiyere döndü, "Hesap tamamdır patron!..."

Neredeyse ağlayarak ajitasyon yapmaya başladım. "Ama, bütün param onlardı! Otel param, yiyeceğim içeceğim…"

Garson, durumuma üzüldü.

"Gel benimle kardeş!" Kolumdan çekiştirerek beni, arka taraftaki kapalı mutfağa götürdü. Bir sandalyeye oturturken, "ne iş yapıyorsun sen kardeş?" diye sordu.

"Hiç bir iş yapmıyorum. Dün cezaevinden çıktım."

"Yapma ya... Niye girmiştin içeri?"

"Ne bileyim ben... Bir suçum olmadığı halde girdim işte; ya da onun gibi bir şey işte."

"Atma be kardeş! Masum olan kimseyi atmazlar içeri."

"Ben de öyle sanıyordum, ama attılar işte..."

"Yahu çok merak ettim şu hikayeni. Anlatsana..."

"Anlatmasam..."

Şef Garson önemsemedi. "Her neyse! Anlatma madem... İş arıyor musun, sen?" diye sordu.

"Hem de nasıl?"

"Bulaşık yıkar mısın?"

"Yıkarım!"

"Yıkarsın!"

"Yıkarım!"

"Tamam! Hemen başla işe o halde!"

"Hemen mi?"

"Hemen!"

"Hay Allah senden razı olsun, be abi!"

"Cemil cümlemizden!...  Haydi, geç bulaşıkların başına madem!"

"Başüstüne!"

"Yok öyle, baş üstü, kelle üstü muhabbeti, burada… Rahat ol!... Adın neydi senin?"

( Bulaşıkçı... başlıklı yazı AliKemal tarafından 19.04.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu