Toz kondurmadığımız
asaletin nüksettiği engin bir hazne, yüreklerin çeperinde hangi gölge ise yüz
görümü bir isyanı mabet eyleyip, hayallerin peşi sıra tozutan insan ırkı.
Nedamet yüklü gölgelere
rehin verdiğimiz dokunuşu belki de halet-i ruhiyenin enkazında bir nebze de
olsa yetinmeyi bilmezken.
İndinde ıssızlık,
sürgünde yürek ve demlenmek adına peyder pey tükettiğimiz zaman ve de mekânın
sancılı yengisine mağlup geldiğimiz hangi düş ise, düşünmekle kalmayıp ihtisas
yapıp hayallerin nevrozunda, biteviye yüklenmişken, aralıksız tüketmişken ve
ansızın sızıp kalmışken bir düş’ün pervazında yine de yoksunluğa hamd eden kaç
kişi ise ıssız bir Mayıs sabahı.
Yalıtılmışlığın
merkezine naif bir dokunuş.
Müebbet yemişken ölümlü
mizacımın telaffuzuna rehin verdiğim bir imgede takılmışlığımdan öte, esrikli
bir gölgeye geçirmişken dişlerini rehavetin sancağında belki de ölüme çeyrek
kala, yollara düşmekle kalmayıp yıkımların merkezine bir teğet geçmek kadar da
akla zarar.
Döngüye mal etmek ki,
yoksunluğun hicap yüklü bekleyişinde olmazları yâd edip hangi çentik ise
karalamaktan imtina etmeksizin bir bir rükû ettiğim onca niyaza kaptırmışken
ruhumu.
Bir edim, bir övünç belki de yüksünmekle eş değer.
Bir kelam, bir niyaz
belki de ruhta kekremsi bir yalıtılmışlıkla hangi düş pazarı ise bir avazda
görmekle kalmayı unuttuğum uyku ertesi.
Yorgun bir mihrap.
Solgun bir gökyüzü.
Engin bir asalet.
Ve dilimde tek bir
sözcük:’’Anne!’’
Irksız bir tümleç,
doğuştan asil bir varlık ve ebedi sürgünde olsa da benliğim kıvanç yüklü bir
yürekten sızan gözyaşım.
Öncesiz bir mihrak mı
yoksa yok sayıldığım ya da renksiz bir peyzaj mı siyahın nüksettiği o katran
karası vicdanlarda tekil bir nüansla dönen kırık plak?
Ve yine dilime pelesenk
olmuş ve izafi bir aşkın mabet kıldığı asılı bir isyanda, sevmekten men edemez
iken evren hem de en vakur beyazda nakşeden ahenkli bir dokunuş.
Yine lügatimde saklı
tek sözcük babamdan yadigâr.
Gün az ölgün değildi
hani ve hayli de savruk o çatık kaşlı kara gökyüzü yüklenmiş iken rahmeti…
Rahmetin enginliğinde,
aşkın doğurganlığında ve de her buyurgan emir komuta zincirine mal ettiğim bir
nüans kadar da kıvraktı aklın zincirlerinde yitip giden özgür ve muaf tutulmuş
bir kelamda nakşeden o derbeder ritimde soluksuz kalmışçasına en rahvan duyguyu
resmetmiş hangi izlekse, dokunulmazlığın kısır sanrısı kadar yükümlü olmak en
kırık yürekte yer edinmekten çok öte…
Kutsal bir rabıta idi
gün.
Soluksuz bir var oluştu
belki de hicvi o melankoli denen saplantılı duyguda hicaba yenik düşen benliğin
efkârı.
Bir milat mı yoksa
sakıncalı bir edim miydi de düşmüştüm yola?
Yollar gide gide
biteceğine kâiniymişçesine eriyen asfaltta yapışıp kalan bir mahremiyetti ıslak
bir mendilin pervasızlığında cebimden düşen sakızın ıslığı kadar da görmekten
yoksun iken.
Çalımı kaderin.
Efkârı mı yoksa demeli
derbeder bir varlıktan arda kalan?
Yine de mutluluğun
peşinde velhasıl kaçan kovalanır misali, yorgun bir terennüm dolanırken
çehremde.
Sakıncaları kadar da
saplantılı bir tezahür iken özelden güzele nakşeden döngü.
Bir mihrabın ıslığı,
bir yaşın yüklendiği yas, bir gölgenin müridi iken evren…
Senkronize olan hangi
duygu katmanıydı da alıp başımı gidecektim ya da hangi sekmede rehin verecektim
içimdeki gizi ve gizlediğim hangi sırrı ifşa edebilme arzusu muhtemeldi de bir
sonraki sapakta bir bozkıra dalacaktım hem de caddenin ortasında vızır vızır
geçen arabalardan alacakken gözlerimi.
Kader mi idi yine
alacaklıymışçasına yüreği vuran hem de en tok sese müdahil iken evrensel bir
öngörüde kayıtsızlığın mihrabı kadar yek o savurduğu kaçıncı zar ise?
Sonlardan muzdarip bir
gölgeden nasıl medet umacaktım?
Hangi sol yakamda,
hangi kayıp rotamda ve hangi mütereddit müfrezede sayıklayacaktım adını hem de
biteviye ve unuttuğum her ayrıntıda kaybolmuşluğuma nazire eden hangi detay
kadar savsaklayabilirdi beni boyutsuzluğum üstelik rükû ettiğim her kelime iken
nazire eden.
Kayıtsızlığın sarkacı,
yoksunluğun mahcup ve müphem o serkeş tınısı.
Gölgelerden kaçıp
yakalandığım uzay boşluğu hem de elimle koymuş gibi bulduğum en sefil yordam
yine de yeniden deme gafletine düşecekmişçesine en efkârlı siteme sığdırdığım.
Gün evrildikçe yürüdüm.
Yürüdükçe evrildim.
Edimlere mahcup bir
tavır yükleyen sakıncalarını da görmezden geldim mabedim ebemkuşağı kadar
renklerin alacalı bulacalı neşesine denk düşmüşken.
Kadın mıydı şu köşe
başında pazarını açmış yoksa acıların kavurduğu bir ağaç gövdesi miydi?
Adsız bir ıslığın
tınısında, rüzgârın fısıltısında ve en debdebeli var oluş sancısıyla gülümsedim
siyah gözlü başında yemenisi ve müşfik bir bakışla resmetmişken benliğini.
Kanım ısınmıştı.
Isıran kaderden anlık
bir rötuşla çözmüştüm dilimin bağını.
Dilsiz bir coğrafyada
buluşmuştuk oysa.
Tatlı diliyle nakşetti
o buğulu sesi:
‘’Hangisinden vereyim
abla?’’
İşte denk düşmüştüm
akşam pazarına hem de sabahın erken bir vakti.
‘’Kaçtan
başlıyor?’’dememle;
‘’Abla yeter ki sen
beğen gerisi kolay’’ dedi.
Oysaki ev çiçek
bahçesiydi kaç gündür gerçi solanları dahi atmaya kıyamazken annem ve her
niyetimi önceden fark edip bana yemin verdirirken:
‘’Kızım, hiç gerek
yok.’’
Ama en güzeli idi
elimdeki demedi hoş bir reveransla ona sunmak ve gözlerindeki pırıltıya
dokunmak yine her gölgeyi beyaza ve pembeye boyayan.
Dalıp gitmiştim ki:
‘’Sen seç ve emin ol ki
en tazesinden vereceğim.’’
Birden bire yanımda
oturan o genç irisini fark ettim. Sahi ne zamandır oradaydı da tüm
duyarsızlığımla dönmüştüm sırtımı?
Kız ya da erkek, ayırt
edememiştim giydiği montta kaybolmuşluğuyla.
Gülümsedim. Tepki
vermemişti. Hemen işkillendim:
‘’Kusura bakma canım.
Görmedim seni…’’
Lafımı kesti siyah
gözlü kadın.
‘’Ablam, o konuşmaz.
Alınmayasın üzerine.’’
‘’Neden?’’diyecektim ki
anladım ters giden bir şeyler var.
‘’Hem nereden
bileceksin ki? Engellidir benim kardeşim.’’
Yeniden göz göze
geldik. O da ablası gibi kara gözlü evet, kara gözlü ve billur bakışlı gencecik
bir kızdı.’’
Boğazıma takıldı
söyleyemediklerim.
‘’Şu ilerdeki demet çok
hoş gözüküyor.’’
‘’Yaşşa ablam sen’’
dedi.’’En tazesi ve en gösterişliyi seçtin hem de bir kerede.’’
‘’Bak’’ dedim.’’Hesaplı
olsun. Malum anneler günü. Evvelden alıyorum ki bir an evvel kutlayayım.’’
‘’Sahi?’’dedi.’’Anacığına
mı alıyorsun?’’
‘’Ayağım alışsın, söz,
hep senden alacağım.’’
Kadının gözleri bir
anda dolmuştu. Geçti arkaya ve harika bir buket yapmaya doğru yol aldı.
Ceplerimi yokladım
istemsiz. Aklım kız kardeşine takılmıştı. Keşke ona verebileceğim bir şeyler
olsaydı da rastlaşsaydı yine gözlerimiz.
Ben dalmışken düşüncelere
verdiğim çiçeğin üç misli bir demetle peyda oldu bizimki.
‘’Bunlar da benden
anacığına. Hem bilir misin, beni anam göçeli çok oldu. Kaldık iki kardeş bir
başımıza.’’
Can evimden vurulmuştum
o an ve ilk defa kendimi kötü hissettim anneme çiçek alırken. Hata mı yapmıştım
da bahsetmiştim annemden ama nereden bilebilirdim ki kadının yaralı bir yüreği
olduğunu?
‘’Hadi, hadi’’ dedi
bana usulca.
‘’Sil bakim
gözyaşlarını.’’
‘’Sen de ağlama ama.’’
Dedim.
‘’Tek
şartla’’dedi.’’Yine benden al çiçeğini.’’
‘’Söz’’dedim.
Aynı anda vuku bulan
sessizlikte üçümüzün de gözleri birleşti. Gülümsedim usulca her ikisine de ama
tek kelime çıkmadı ağzımdan ta ki…
‘’Biliyor musun abla?’’
‘’Neyi?’’ dedim.
‘’O bana anamdan
yadigâr tek varlık yeter ki solmasın günbegün’’ ve gösterdi tezgâhın
dibindekini solmuş gülleri.
‘’Bak, nasıl da solup
gidiyor her biri vadesi dolunca. Hadi kal sağlıcakla.’’