Matbaa…
Yıl, 1493.
İstanbul' da sonbahar. Deniz, sonsuzluğa uzanan bir hareketsizliği gökyüzünden
çalarak yeşilden maviye devşiriyordu. Limana gelip giden gemilerin yelkenleri
durgun havadan madur salıvermişlerdi kendilerini. Kıyı boyunca boy salmış çınar
ve at kestanelerinin yaprakları farklı bir renk cümbüşü ile kızarmaya
başlamıştı. Hemen arkadaki Galata evleri sarı, turuncu, pembe, beyaz
kasımpatıların arasında çatı altlarını çoktandır terk etmiş kırlangıçların
ıssızlığını sindirmeye çalışıyorlardı. Leylekler ise çatı üstlerindeki
yuvalarında sıcağa gidilecek yolun hazırlığındaydılar. Gökyüzünde yağmurdan
yoksun grimsi bir bulut Üsküdar’dan doğru gelmekteydi.
Cuma namazından
dağılan saray erkanı avlu kapısından
Divan-ı Humayuna doğru geçerken, kapı dışında bekletilenler el pençe
onları seyretmekteydi. Bekleyenler arasından, Nişancıbaşının da gelip dış
kapıdan geçmek üzere olduğunu gören Abraham, aceleyle onun yanına seğirtti.
Adamı saygıyla
selamladıktan sonra, aksanlı Türkçesiyle, “Efendi hazretleri, bugün Sultan
hazretlerine arzumuzu iletebilecek miyiz?” diye sordu.
Nişancıbaşı,
“Herşey Allah-u taalanın taktiri ilahisi ile... Bu gün, Divan-ı Hümayun için
çok farklı, önemi olan bir gün. Yeni Papa, bir elçi yolladılar. Huzura o kabul
edilecek... Hele burada az bekleyesin.
Bir fırsatımız olur da seni çağırtırız
inşallah!” diyerek kapıdan içeri geçti.
Divan, her Cuma
namazı sonrasında olduğu gibi alışılmış bir takım törene müteakiben, ama bu
defa Sultan 2. Bayezid’in talebi üzere sarayın bahçesinde toplanmıştı.
Sadrazam, vezirler, nişancıbaşı, defterdarbaşı, kazaskerler, kadılar, ağalar,
2.Bayezid'in huzurunda kendilerine
ayrılan minderlerin üzerine bağdaş kurmuş oturmaktaydılar. Tezkereciler,
çavuşlar kapıcılar ayakta iki yana dizilmişlerdi. Bostancılar ellerinde ipleri, bellerinde palaları, avlunun biraz
ötesinde kendilerine bir görev düşer diye hazır beklemekteydiler. Defterler
açılıp kapanıyor, telhisci söylenenleri hızla kaydediyordu. Sultan 2.Bayezid, bu
işlerden sıkılmış gibi, bahçedeki çiçekleri, ağaçları seyretmekteydi. Bir an
önce yalnız kalmak için sabırsızlanıyor gibiydi.
Nişancıbaşı bir ara
bulduğu boşluktan istifade ederek, “Hünkarım, aylar var ki, bir Yahudi
yurttaşımız, zat-ı şahanelerinizin huzuruna kabul edilmek için bekler. Acaba
bugün...” diyordu ki, 2. Bayezid onun sözünü keserek,
“Ne istermiş?” diye
sordu.
“Bir matbaa kurmak
istiyormuş izninizle.”
“Matbaa mı, o da
nedir?”
“Matbaa hünkarım,
kağıtların üzerine yazıların elle değil, mihaniki aletlerle yazıldığı bir şey…
Bütün Avrupa memleketlerinde kullanılmaktadır.”
“Peki, ne işe yarar
bu matbaa?”
“Daha kolay yazı
yazılır, bilgiler saklanır, herkes okur. Yalnız yazı değil, istenirse şekiller,
resimler de basılabilir.”
“Resim mi, haşa
olmaz. Dinimizce yasaktır bu. Günahtır.”
“Yahudi resim
basmak istemez, kendi yazıları için kullanacak matbaasını, zaten İspanya' da da
bu işi yaparmış. Dilerseniz, kendisi size daha iyi anlatabilir matbaayı.”
“Hele alın
huzurumuza! Yahudi, anlatsın derdini bakalım.”
Dış kapı önünde bir
umutla beklemekte olan Abraham, içeri çağırıldığını haber alır almaz korku ve
heyecan içinde kaldı. Bacaklarının bağı çözülmüş gibi takatsiz adımlarla
bahçeye götürüldü. Huzura çıkarıldığında yerlere kapaklanarak 2. Bayezid’in
eteğini öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıtarak, “Beni ve ailemi
topraklarınıza kabul ettiğiniz için ömrüm boyunca müteşekkür kalacağım size...”
diyerek teşekkür etti.
2.Bayezid, adama,
“Hele kalk ayağa da anlat bakalım Efendi, neymiş senin şu matbaa dediğin alet?”
diyerek müdahale etti.
Matbaa denilen şey,
2. Bayezid’in fazlasıyla ilgisini çekmişti. Abraham, 2.Bayezid’in merakla
sorduğu her şeye en ince ayrıntısıyla cevap verdi. uzun uzun, her detayıyla…
Yaklaşık yarım saat sürdü bu sorgulama. Ve sonunda 2. Bayezid,
“İznimiz olacaktır
bu işe, ama tek bir koşulla: Matbaada yalnızca Latin Harfleri ile baskı
yapılacaktır. Arapça harflerin basılması kesinlikle yasak ve günah olup,
bu buyruğumuzun ihlali cezayı
gerektirir.” Diyerek isteği kabul etti.
“Böyle bir
niyetimiz yoktur efendimiz...”
2. Bayezit, bir el
işareti ile ona huzurdan ayrılmasını işaret etti.
Abraham refakatçi
eşliğinde yeniden dış kapıya götürülüp dışarı salıverildi.
Abraham’ın gözünde
İstanbul daha bir güzelleşmiş, daha bir canlanmıştı. Bu kent gerçekten
büyüleyiciydi.
“Ey İstanbul, bu
gün yeni hayatım başlangıcıdır. Şahidim
ol!”
Sevinç içinde
Balat'taki evine doğru gitmeye başladı. Havanın ılıklığına rağmen
heyecandan ter içinde kalmıştı…
Yıl, 1495. İstanbul' da yaz. İstanbul, her
mevsimde bir başka güzeldi. Abraham ve karısı evlerinin terasından İstanbul’u
seyrediyorlardı.
Abraham, karısına,
“Matbaamızı kurduktan sonra her şey yolunda gitmeye başladı… Müslümanların
yönettiği, binbir milletten insanın yaşadığı bu şehirde mutlu olmayı
öğrendik... Bize ayrılmış mahallelerde barış içinde sürdürüyoruz hayatımızı.”
dedi.
Karısı, “baruh ata
ad… elo-enu meleh aolam, aşer yatsar et aadam betsalmo, betselem demut tavnito;
veitkin lo mimenu binyan ade ad,” (insanı kendi görüntüsünde; kendi
benzerliğinin görüntüsünde şekillendirmiş olan ve ona kendisinden ebedi bir
yapı oluşturan evrenin kralı, sen, tanrı’mız aşem; mübareksin. insanı
şekillendiren sen, aşem; mübareksin….) diye dua ederek karşılık verdi ona.
(
Matbaa… başlıklı yazı
AliKemal tarafından
16.08.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.