Kaçamak …
Akşam.
Evin kapı zili çaldı. Otuzlu
yaşlarının sonunda, bakımlı, alımlı, şık bir kadın mutfak kapısından çıkıp
geldi, kapıyı açtı. İçeri kırk yaşlarında, kısa boylu, göbekli, kel kafalı bir
adam olan Profesör İrfan Akgül girdi, ceketini çıkartıp kadına teslim etti. O
ara elini uzatıp mini eteği altından kadının bacaklarını okşamaya çalıştı.
Kadın kikirdeyerek onu engellemek istedi.
İçerden bir kadın sesi
duyuldu. “Şaziye hanım, kim geldi?”
Şaziye, İrfan beyin
yanından telaşla uzaklaşırken seslendi, “beyefendi geldi Şermin hanımcığım!”
İrfan bey, sesin geldiği
salonun kapısını açtı, “beklediğin başka biri mi vardı?” diyerek içeri girdi.
Şermin hanım, salonda
televizyonun karşısındaki üçlü koltukta bacaklarını yukarı çekip yayılmış, dizi
film izliyordu. Yirmili yaşlarında, çok güzel bir kadın olmakla beraber
sırtında bir eşofman takımıyla pek dağınık bir hali vardı. Ayağa fırladı içeri
giren kocasına koşup yılışarak sarıldı. “Kocacım, kocacım, sen mi geldin
kocacım? Hoş geldin kocacım…”
İrfan bey, “Hoş bulduk
karıcığım!” diyerek dudaklarının önüne uzatılan yanakları öptü.
Bu kısacık karşılama
töreninin hemen ardından İrfan bey geçip her zamanki koltuğuna otururken Şermin
hanım da eski konumunu alıp gözlerini en heyecanlı yerinde ara vermek zorunda
kaldığı televizyondaki dizisine çevirdi.
“Kapat şu televizyonu da iki laf konuşalım! Ne
anlarsın şu saçma dizilerden bilmem ki!” Belliydi ki, İrfan beyin karısıyla
konuşmak istediği bir şeyler vardı.
Ama Şermin hanımın da
buna şiddetle itirazı vardı.
“A… Olur mu kocacığım! En
heyecanlı yerinde… Yarım saat sonra bitecek, o zaman konuşuruz. Hadi kocacım,
nolur kocacım, sen çalışma odana geç kocacım! Şaziye hanım yemeğini
hazırlayınca çağırır seni kocacım.”
Adam, ısrar edemedi.
“Tamam karıcığım, birazdan reklama girerler nasıl olsa, o zaman konuşuruz.” O
da televizyon ekranındaki filme bakmaya koyuldu.
Ekranda bıyıklı bir başkomiser,
öğrenci kılıklı genç bir oğlanı hırpalayarak nezarethaneye tıkıyordu. Birden
nezarethanedeki oğlanla bir evde yatağında iki büklüm oturan genç bir kız
arasında gidip gelen hüzünlü geçişler eşliğinde fonda Nesimi’nin ünlü ‘Minnet
Eylemem’ şiirinden düzenlenmiş harika bir türkü söylenmeye başladı.
Beyefendinin dinlemekten hiç bıkmadığı bir türküydü, dikkat kesildi. “Har
içinde biten gonca güle minnet eylemem…
/ Arabi, Farisi bilmem, dile minnet eylemem / Sırat-ı Müstakim üzere gözetirim rahimi / İblisin talim ettiği yola minnet eylemem… / Bir acayip derde düştüm herkes gider kârına / Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına / Zerrece
tamahım yoktur şu Dünya varına / Rızkımı veren Huda'dır kula minnet eylemem… / Ey
Nesimi, Can Nesimi ol Gani mihman iken /
Yarın şefaatçim Ahmed-i Muhtar iken / Cümlelerin
rızkını veren ol Gani Serdar iken / Yeryüzünün Halifesi Hünkara minnet eylemem…” Türkü
biter bitmez reklama geçtiler. Kösem Sultan ile oğlu 4. Murat’ın ilişkilerinin
anlatıldığı bir dizi filmin reklamını vermeye başladılar.
İrfan beyin entel damarı
kabarmıştı. “Nesimi’nin edebi bir şaheserini kıytırık bir dizi filmin fon
müziği yapıyorlar. Tarihi saptırarak yazdıkları uyduruk senaryolarla tarihi
dizi çekiyorlar. Baştan sona hepsi saçmalık bunların… Niye? İşte bu reklamlardan
para kazanmak uğruna…”
Lakin Şermin hanım öyle
entelliğe dantelliğe papuç bırakamazdı.
“Benimle bir şey mi
konuşacaktın kocacığım?”
“Evet.”
“Az sonra reklamlar
biter, konuşman yarım kalır kocacım. Ne diyeceksen çabuk de istersen…”
“Bu gün bir çok insanla
görüştüm karıcığım, böyle hiç yorulmamıştım vallahi….”
“Canııım… Kıyamam sana.”
“Haftaya Pazar günü buraya
dostlarım gelecek. Hepsi seni merak edip görüşmek, tanışmak istiyor. O gün
evliliğimizin ilk ayı dolmuş olacak, seni onlara taktim etmem için uygun bir
gün…”
“Sen öyle münasip gördüysen öyle olsun
kocacım…”
“Ben öyle münasip
gördüm.”
Şermin hanım, zengin ve
oldukça bonkör kocasının her isteğini emir olarak kabul ediyor, her meselede
onun aklına uyarak hürmette kusur etmiyordu.
“Sen öyle münasip
gördükten sonra…”
“On gün var. Sen de bir
güzel hazırlanırsın artık. Şaziye hanım da yardım etsin hazırlanmana, ne de
olsa bu konularda senden daha güngörmüştür o…”
“Sen öyle diyorsan öyle
olsun kocacım…”
“Şaziye hanım! Kız!
Şaziye hanım, sana diyorum. Bak bakayım buraya! Sağır mısın, nesin? Görüyorsun,
değil mi karıcığım? Otuz kere seslenmeden gelmesi mümkün olmuyor bu kadının.
Babamın emaneti olmasa, çoktan kovarım ama…”
Yardımcıları Şaziye hanım,
baba yadigarıydı. İrfan beyin babası tarafından henüz küçük yaşta eve alınmış, İrfan
bey büyürken o da büyümüştü. Ergenlik
dönemlerinde gizli saklı bir ilişki de yaşamışlardı, daha doğrusu Şaziye hanım
arada sırada sırnaşıp genç patronunu tahrik ederek kendini mıncıklatmıştı.
Haddini aşmadan, evdeki konumunu bilerek… Evin büyüklerinin bu ufak tefek
kaçamakları fark ertmeleri mümkün değildi, herşey gizli kapaklı yaşanıyordu.
İrfan bey yolda görüp güzelliğine çarpıldığı Şermin hanımla evlendirildiğinde
çeyizlerle beraber Şaziye de, yeni evlilerin evini evirip çevirmesi için
gönderildi. Şermin hanımın ev işlerine pek yatkınlığı yoktu, pek de sevdiği
şeyler değildi. Evin temizliğinden yemeğine her işi Şaziye hanımın sırtındaydı.
Zengin
muhite dair görgüsü, bilgisi de Şermin hanımdan fazlacaydı, hanımının
giyiminden evin düzenine her şeyde o ahkam keserdi. Şermin hanım bu yüzden
Şaziye hanıma olabildiğince toleranslı davranıyordu.
Şaziye hanım salona
girdi. “Bana mı seslendiniz?” diye sordu.
İrfan bey kızdı. “Ebenin
körüne seslendim; elbet sana seslendim!”
“Buyrun!”
“Haftaya pazara
misafirlerimiz gelecek. Hepsi önemli insanlar. Şermin hanıma hazırlanması için
sen de yardımcı ol!”
“Başüstüne efendim,
olurum!”
“Münasip bir kılık alırsınız…”
“Mağazaya gider, hazırdan
bir şeyler seçeriz…”
“Dekolte bir model seçin
emi; memelerinin çatalı görünsün şöyle…”
Şermin hanım açık saçık
giyinmeyi hiç sevmezdi. İtiraz etti. “A-a… Olur mu öyle şey kocacım? Çok ayıp!”
“Bunun ayıbı yok, hiç
utanma… Kadınların hepsi öyle giyiniyor şimdi, moda öyle. Benim bir itibarım
var. Profesör Doktor İrfan Akgül’ün
karısı modadan bihaber mi desinler?”
“Yok… Demesinler kocacım.
“Tak, takıştır! Paraya
acıma hiç, bende bol ondan…Özdileğin içine açılan güzellik salonu için çok iyi
diyorlar. Gidip saçlarını yaptır, makyajını yaptır! Şu kiraz dudaklarını kiraz
rengine boyat ki, adamın ısırıp yiyeceği gelsin, emi!”
“Olur kocacım…”
“Gitmişken bacaklarına da ağda yaptır. Süt
gibi olsunlar şöyle…Paradan yana çekinme hiç, istediğin gibi harca. Profesör
Doktor İrfan Akgül’ün hanımı olduğun belli olsun… Her şey benim statüme uygun
yürüsün.”
“Ben pek alışık değilim öyle şeylere ya…”
“Alış! Fukara ananın
evini unut, Profesör Doktor İrfan Akgül’ün evindesin artık. Profesör Doktor İrfan
Akgül’ün evinde yaşamak bir ayrıcalıktır. Benim sayemde sen de kibarlaşacaksın artık,
kıymetini bil”
Şermin hanım kocasıyla
gurur duyuyordu. Göğsünü kabartarak, “hiç bilmezmiymişim!” dedi. “Osmangazi
Üniversitesinin pek kıymetli öğretim üyesi, büyük şair, edebiyatçı Profesör
Doktor İrfan Akgül’ün sayesinde kibarlaşacağım ben de…” Kilirdeyerek güldü.
Biraz da dalgasını geçiyordu galiba.
“Afferim! Bunu aklından
çıkarma…”
“Tamam, çıkarmam kocacım…”
Şermin hanım babasını çok
küçükken kaybetmişti, hatırlamıyordu bile onu. Dul anasının yokluktan var
ettiği bir yıldız gibiydi her zaman. Biraz serpilim büyüdükten sonra çeşitli
işlere girmiş çıkmış, annesinin üzerinden yükü alıp evi o geçindirmeye
başlamıştı. Dillere destan bir güzelliği vardı. İsteyeni çok olmuştu, lakin
hayat standartlarını yükseltebilecek tek taliplisi İrfan bey olunca, ona ‘evet’
demişti. İrfan beyle aralarında on beş yaş vardı ya, olsun varsındı; mühim olan
çilekeş anneciğini ahir ömründe bolluk içinde yaşatabilmekti. Evet, anneciğini
yanına aldırmamıştı, fakat İrfan beyin sahibi olduğu apartman dairelerinden
birini dayayıp döşeyip kadıncağızı bir güzel yerleştirmişlerdi. Hem yiyeceğini,
içeceğini bol tutarak, hem de harçlığını bol vererek gerçekten de huzura
kavuşturulmuştu kadın.
İrfan bey Şaziye hanıma
döndü. “Marketten biraz domuz salamı, sosisi filan al! Havyar almayı da unutma
sakın! Mezeleri de çeşitli tut! Bir de şöyle tane tane dökülen pirinç pilavı
yapıver! Ha, yaprak sarmayı da unutma aman, şöyle parmak gibi incecik olsunlar!
Ekmek yerine şu köşedeki lahmacun fırınına elli kadar lahmacun ısmarlarsın…”
“Davette elli kişi mi
olacak efendim?”
“Yirmi, yirmi beş kişi
olacak. Ama sen her şeyi bol tut yine de! Profesör Doktor İrfan Akgül’ün evinde
her şey bol, desin herkes…”
“Başüstüne efendim!”
Şermin hanım kocasının bu
bonkörkllüğüne bayılıyordu. “Maaşallah, her şeyi en ince ayrıntısına kadar
düşünüyorsun kocacığım.”
“Elbette düşüneceğim;
öyle olmasam profesör olabilir miydim? Her adamı profesör yapmıyorlar.”
“Öyledir kocacım…”
Televizyondaki reklamlar bitmişti. Söyleyeceklerin bitti mi kocacım? Bittiyse,
ben şu dizimi seyredeyim.”
İrfan bey kızarak ayaklandı.
“Hay senin dizine…” Hıncını Şaziye hanımdan çıkarmak istedi. “Sen niye dikilip
duruyorsun öyle? Git mutfağa da akşam yemeğine bir şeyler koy, karnım acıktı.”
Şermin hanım televizyonun
sesini yükseltirken Şaziye hanım önde, İrfan bey peşinde salondan çıktılar.
“Pazara dekolte giyinmeyi
unutma haaa…”
Dışarda, Şaziye hanım antreden
mutfağa geçerken İrfan bey onun bileğinden yakaladı. “Gel benimle!” diye
fısıldadı.
“Ama yemek…”
“Başlatma şimdi yemeğine
kız… Hanımın televizyona kaptırmışken cilveleşelim azcık…” Kadını çekiştirerek
çalışma odasına soktu.
Şermin hanım salondaki televizyonun
karşısında, onlar çalışma odasında yarım saat geçti. Dizi film bittiğinde Şermin
hanımın aklı nihayet başına geldi. “İki
kap yemeği hazırlayıp çağıramadı şu kadın da!” diye söylenerek ayaklandı,
mutfağa bakmaya gitti. Mutfakta kimse yoktu. “Heladadır herhalde,” diye düşündü.
Seyrettiği dizi filmin fon müziğini mırıldanarak yemek masasını hazırlamaya
koyuldu. “Bir acayip derde düştüm herkes gider kârına / Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına / Zerrece
tamahım yoktur şu Dünya varına / Rızkımı veren Huda'dır kula minnet eylemem…”
Servis tabaklarını açtı, çatal kaşıkları yerleştirdi, ekmeği dilimledi… “Helanın
deliğine mi düştü bu kadın!” Şaziye hanımın bir türlü gelemeyişinden içine kurt
düştü. Antreye çıkıp hela kapısına göz attı. Helanın ışıkları kapalıydı. Gözleri
kocasının çalışma odasının kapısına gitti. Gidip oraya bakmak istedi.
Kapıyı açmak istediğinde
kilitli olduğunu gördü. “İrfan! Kocacım! Şaziye hanım orda mı kocacım?” diye
seslendi. İçerdeki telaşlı toparlanmayı işitti. Kapı kolunu zorladı. “Aç şu
kapıyı .çabuk!” diye bağırdı.
Kapı telaşla açıldı, Şaziye
ortaya çıktı. Ayağındaki dar etek tam olarak çekiştirilememiş, yukarı doğru
sıyrık kalmıştı. Kapıyı hırsla açtı, içeri daldı. İrfan beyi masasında,
önündeki bir kitabı karıştırırken buldu. Yutmadı. “Siz ne yapıyordunuz bakayım burada!”
diye söylenerek kocasının tepesine dikildi.
Adam, “bir şey yaptığımız
yoktu. Şaziye hanıma ortalığı toparlattım az,” diye söylenmeye başlamışken
Şermin hanım uzandı, onun kasıklarındaki sertliğe el attı.
“Bunu söndüremişin ama!”
Kocasını bırakıp Şaziye
hanımın üstüne yürüdü.
Şaziye hanım onun önünden
kaçarak banyoya girdi, kapıyı içerden kilitledi.
Şermin hanım kapıyı
zorlayıp yumruklamaya başladı. “Çık oradan şırfıntı! Çık da saçını başını
yolayım senin!” Baktı banyo kapısını açtıramıyor, kocasının çalışma odasına
koştu. Hem, “ben yan odadayken nasıl cesaret edebildin böyle bir şeye! Ne
utanmaz, ne namussuz herifmişsin sen be!” diye çığlıklar atmaya, hem de eline
geçirdiği her şeyi kocasının kafasına fırlatmaya başladı.
“Ama karıcım, yanlış
anladın. Senin anladığın gibi bir şey yapmadık biz…”
Atılacak bir şeyler
kalmadığında tekme tokat saldırdı. “Sus! Ahlaksız herif! Aptal mıyım ben?
Anlamaz mıyım ben?”
Sonıunda adamı dövmekten
kollarında derman kalmadı.
Bu iğrenç insanlarla
birlikte yaşayamazdı artık. Yüzlerini bile göremezdi! Salona gitti, çantasını
aldı, üzerinde eşofmanlar, öylece kapıyı çarpıp evden çıktı, gitti. Apartanın
altındaki garaja indi, arabasına bindi, çalıştırıp hareket ettirdi.
Annesi
ona kapıyı açtığında bir şeyler olduğunu hemen anladı. İçeri sokup bir köşeye
oturttu. Üstüne varmadan bağırıp çığırarak deşarj olmasını bekledi. O arada
olanları da öğrenmiş oldu.
Birkaç gün böyle geçti.
İrfan bey kah telefon ederek, kah kapıya dayanarak defalarca aradıysa da
damadını içeri almadı.
“Bekle hele, sinirleri
bir yatışsın da bakarız hal çaresine.”
“Ama anneciğim, iki gün
sonra evde davet var. Eve dönmezse, ben ne derim davetlilere?”
“Döner, döner… Hele bir
yarına çıkalım…”
O da istiyordu kızının
dönmesini. Küçücük bir kaçamak için bunca huzurunun bozulmasına rıza
gösteremezdi elbet. Hemen o gece kızını oturttu karşısına, nasihat etti.
“Ne varmış yakaladıysan? Onlar
sosyete, alışkın öyle kaçamaklara… Göz yumuver gitsin! Biraz cilvelen adama da,
gözü senden başkasını görmesin madem! Boşanmayı çıkar aklından! Nereden
bulacaksın bir daha öyle yağlı kapıyı?” diye söylene söylene kızını damadıyla
barışmaya razı etti.
Şermin hanım da anne
nasihatlerinden sonra öfkesinden vaz geçmişti. Altında lüks otomobiliyle gezip
tozmaya alışmıştı, bir küçük kaçamak yüzünden yeniden belediye otobüsüne talim
etmeye değer miydi?
İrfan ertesi günü
çağırıldı, geldi.
“Ama bak, bir daha beni
aldatmayacaksan, barışırım,” dedi İrfan’a.
İrfan da, “şerefim,
namusum üzerine and içerim ki, bir daha yan gözle bile bakmayacağım!” diye
yeminler verdi karısına.
Ondan sonra yan gözle
bakmış mıdır, kaçamak yapmış mıdır, kafaya hiç takmadı Şermin hanım. Kafasına
taktığı tek şey, kocacığının paralarını mümkün olduğunca bol keseden sarf
edebilmek oldu.
Niye yalan söyleyeyim,
madem öyle işte böyle deyip birkaç kaçamak da o yaptı.
(
Kaçamak … başlıklı yazı
AliKemal tarafından
11.11.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.