Bugün annemin beni doğuruşunun on ikinci yıl dönümüydü. Bunu kutlarken başbaşaydık.  Bu kutlu günü başbaşa kutladık. Bunun için elleri acımasın diye terliklerini kullandı. Elleri acımadı, ama terliğin canı çok acıdı, çünkü benim de canım çok acıdı. Kendimi sokağa dar attım. Annem, ben kaçarken terliği arkamdan fırlattı, ama ıska geçti. Kaçarken düştüğü yerden terliği de aldım.


Arkamdan, vırak vırak, “bırak terliğimi! Bırak dedim sana! Yakalarsam bütün kemiklerini kırarım bak!” diye bağırdı. 


“Nah yakalarsın!” diye söylenerek vitesi üçten dörde attım.


Elalemin Tarkan’ı, “yakalarsam muck muck,” diye şarkılar söylüyor, benim annem ise “yakalarsam kemiklerini kırarım,” diye bağırıyor. Ne kadar adaletsiz bir yer bu Dünya! Keşke Tarkan benim annem olsaydı.


Annemin terliğini Porsuk ırmağının üstünden geçilen köprüye kadar elimde taşıdım. Tam köprüden geçerken köprünün altından gelen bir ses duydum.


“Köprünün altından ‘çoook’ sular geçti” diye haykırıyordu.


“Bana mı dedin?” dedim.


“Sana dedim, n’olcak!” dedi.


Ben de, “bir kere o söz, ‘köprünün altından çoook sular geçti’ değil, ‘köprünün altından çok su geçti’ olacak,” dedim. Başka bir işim yokmuş gibi dikilip Türkçe dersi vermeye başladım. “Aynı cümle içinde bir nesneden bahsederken çoğul oluşu iki defa belirtmez. ‘Çok’ dedikten sonra tekrardan "lar" çoğul eki koyulmaz.”


“Yürü git kız!” diye bağırdı. “Koskocaman Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız ne diyo? ‘Pek çok önlemler aldık’ diyo veya ‘çok fazla sayıda ülkelerle görüştük,’ diyo.  Senin dediğin doğru olsaydı, pek çok önlemler demez, pek çok önlem derlerdi veya çok sayıda ülkelerle demez, çok sayıda üke derlerdi. Sen onlardan daha iyi mi bilecen?”


O böyle sinirli sinirli söylenince çok sinirlendim. Dur şuna bir terlik fırlatayım diyerek köprünün altına doğru eğildim. Bir de ne göreyim! Köprünün ayaklarına tutunmuş bir sümüklü böcek kafasını kabuğunun içinden çıkarmış, sallayarak, “yanına geleyim de görürsün sen!” demekte. Çok tiksindim. Elimdeki terliği öyle bir sıbıtmışım ki, sırtındaki kabuk terliğin şiddetiyle ‘çıtırt!’ diye ikiye ayrıldı, suyun içine düştü. Onu böyle çırılçıplak gören bir sazan balığı suyun içinden bir zıpladı, ‘hop!’ diye kaptı, yuttu sümüklü böceği.


 O arada arkamda dikilmiş, köprünün altına doğru eğilince açılmış olan bacaklarımı dikizleyen iki sümüklü oğlanı fark ettim. “Aman Allah’ım!” diyerek kendimi geri attım. “Ben küçücük bir kızım da tecavüze mi uğrayacağım yoksa ben…” diye inledim. İnlediğim cümlenin düşüklüğünden de anlaşılabileceği gibi düştüm. Birileri kollarımdan çekip kaldırdıktan sonra, düştüğüm yerin kötü bir yol olmadığını görerek, “Allah’ım, beni kötü yola düşürmediğin için sana şükürler olsun,” dedim. Meğersem kollarımdan tutup beni kaldıranlar o iki sümüklü oğlanmış. Oğlanlar aslında bacaklarıma değil, bacaklarımın arasından Porsuk’un sularına bakıyorlarmış. Bir sürü yemin ettikleri için, “hadi inanayım bari,” deyip onlara inandım. Aramızda tesis edilen bu inanç birlikteliğinden sonra onlarla arkadaş oldum. Kendi kendime “Heyt uklan be! Daha iki dakika önce kanlı bıçaklı düşmanken, şu işe bak,” dedim. “Nerden nereye geldik.” Çünkü koşmaya evden başlamıştım, köprüde durmuştum. Evden köprüye bir çırpıda gelmişim de haberim bile olmamış.


İki sümüklü oğlan, “hadi luna parka gidelim,” deyince, kıramadım, onlarla luna parka gittim. O nasıl bir luna park öyle? Havada uçuşan sandalyeler, havada dönen dolaplar, havada kayan kayıklar. Kayıklarda bir öyle, bir öyle kayanlar bir bağırıyorlar ki, görseniz, manyak her halde bunlar, dersiniz. Böyle güzel bir luna park bir bizim burada var. Hem de uluslararası… Uluslararası bir park olduğu için bir sürü Afrikalı çocuklar da var tabii. Onlara buğday attım. Hazır ekmek vermek değil, marifet buğday verip un üreterek ekmek yapmalarını öğretmek. Çok sevindiler. Onların sevincine eşlik etmek için tarağıma bir sigara paketinden soyduğum jelatin kağıdını sarıp mızıka yaptım ve barış şarkıları çaldım: “Dıt, dıttı dı dıt…” Çok güzel bir şarkı, değil mi? Beğenmesiyseniz size başka bir şarkı çalayım. “Zırt… Zırttı da zırt zırt…” Nasıl? Beğendiniz mi? Haydi hep beraber söyleyelim. “Zırt… Zırttı da zırt zırt…”


İki sümüklü oğlan, “biz uçan trene binmeye gidiyoruz,” diyerek koşmaya başladılar. Koşmaya başladıktan az sonra uçan trenin önüne vardılar. Arkalarından ben de vardım. Onlar bilet alıp trene bindiler. Ben binemedim.


Biletleri toplayan biletçi, “sen niye binmiyorsun kızım?” diye sordu.


“Param yok,” dedim ona.


O, “iyi madem, paran oluca binersin sen de,” dedi.


Ben, “Benim hiç param olmadı amca!” dedim.


Adam çok üzüldü. “Gel kızım,” dedi. “Sen de parasız biniver.”


“Aman Allah’ım,” dedim; “senin gibi iyi amcaların nesli henüz tükenmemiş demek ki!”


Çok büyük mutluluklarla trene bindim. Affedersiniz, çok büyük mutlulukla trene bindim, diyecektim.


*


( Benim Hiç Param Olmadı Amca! başlıklı yazı AliKemal tarafından 14.12.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu