Sözcükleri yetim
düşmüşlüğün cinaslı coşkusu ile her dem sükûtta yine de bilinmedik makamların
ısrarcı hegemonyası yine bir olan yine dinginliğin yüzü suyu hürmetine.
Ismarladıklarım mademki
gelmiyor adrese iş başa düştü; adımladıkça bir ileri iki geri, yine sükûtun
haznesinde bir ömür diliyorum içten içe. Tüm çapulcu imgeleri tehir ettim bu
gece ve bilinmezin şarkısında bir nida kıvraklığındayım.
Adı olmayan şarkılara isyanım…
Adı olmayan aşklara ise
hürmetle adsız bir şiir daha ısmarlarken.
Tüm münafık redifleri
de postaladım ait oldukları şiire ve astım kendimi eşiğinde gök kubbenin yine
bilinmedik bir istikamette ilerlemenin keyfini çıkarırken.
Sözcüklerden uzak bir yol
mu yoksa ya da sessiz ve muhalif yorgunluğumun da cüssesi mi adam boyu şiirlere
ve adam boyu yalnızlığa bir bir gönderme yaptığım…
Bir duraktayım, ara
durağında yine yorgunluk attığım; bir de ısmarladığım sessiz hezeyanlarım,
sesli yangınlarım, sulu göz coğrafyası yine titrek bir şiire/şehre düşmüşken
yolu derviş iklimlerin.
Nidalarından yoksunum
bu gün yalnızlığın.
Şehveti nasiplenmiş
aşklarla olmaz işim.
Asılsız bir reverans mı
yoksa edindiğim mertebede bir güfte dolusu sancıyı bağrıma basıp da sanrıları
kozamda büyüttüğüm.
Islak ve kaygan
zeminler hele ki adımladığım hele ki aydınlık kılındığım belki de bakir bir
gölgeye nakşederken vücudumu.
Kaybolduğum kaçıncı
miadı dolmuş düş?
Z/emin geçişli bir
zorunluluk belki de ya da külfet bildiğim ama arınmayı da beyan etmişken ve
sille tokat tüm görgüsüz imler hele ki tezahüratı yok mu sevginin ve yine
mutluluk katsayıma dönüşen ibaresi kayıp düş/üş/lerim…
Farkındalık geliştirmem
mademki bir sakınca idi kiminin nazarında ve fark etmediğim detaylar mademki mimlenmişti…
Zaman fukarası
dünlerim, sevgi yoksunu evren, satılmış tüm imler, kayıp zihniyetler, zorunlu
muafiyetler ve yine demenin bedeli mi yoksa vazgeçiş bellediklerim ve nasıl da
sakıncalı onca zafiyet hele ki randımanı yoksun bir yarışın da mensubu iseniz
tıpkı ölüm sırası tıpkı market kuyruğu tıpkı zımba aşkların meşakkatli
göreceliği.
Bir dediklerime
bakıyorum bir de demediklerim sıkıştırırken…
Tıklım tıklım aklımın
koridorları; karış karış arşınlıyorum arz ettiklerime bir imza atacak olmanın
coşkusu iken yine karışan nidalarına ölü şiirlerin.
Ölümlü rötuşlar
konduruyorum aklımın tabanlarına; sol anahtarına bir nota daha ekliyorum ve bir
tane daha derken kayıp sevinçlerime rast geliyorum.
Ölen çocukların, ölen
kadınların mezarına düşüyor yolum yazdıkça.
Ölümlü şarkılar
söylüyor Sezen.
Bir imge sırıtıyor
şairler dökülmüşken yollara ve şiirler ısmarlıyor sokak sakinleri nedense şiir
de sokağa düşmüş. Bir ayıpmışçasına sallıyorum başımı:
‘’Hayır, ben şair
değilim.’’
‘’Ne işin var o zaman
sokakta?’’
Karınca kararınca
sırıtan bir gölgeye dokunuyorum usulca bilmezken yıllar evvel çaldırdığım
çocukluğumun fevri çıkışı yine ben hüznü çağırıp bir de demleniyorsam şiirin
tam da ortasında.
Sırıkların hizaya
sokulduğu bir boşluk. Boşluğun kayıp nizamı. Nizamı serkeş kaleler.
Lapunzen saçlarımı
kesiyor kör adam ve sağır sultan soruyor bana:
‘’Sağır ettin
kulaklarımı. Ne zorun var?’’
İşkillenen sokak
şarkıcılarına atıyorum suçu.
‘’Kesin sesinizi.
İşkilleniyorlar.’’
Sözüm ona sessizlik.
Sözüm ona çoğulcu demokrasi. Sözüm ona ben ve sözcükleri kundaklıyorum istemeye
istemeye… Yalan oysa hele ki istemediğimi kim söyledi?
Sağır sultan belli ki
pamuklarını çıkarmayı unutmuş kulaklarından.
‘’Hadi oradan. Güzellik
uykumu böldün.’’
Sarmalındayım ama
öncelikle hidayetin. Yedi cüceler ise kayıp prensesin peşinde. Kayıp olan bir
tek o olsa iyi…
‘’Gördünüz mü gündüz
gözüyle?’’
En aykırısından cinnet
geçiriyor kayıp masalların kayıp mısraları; kayıp sancılarımı büyütüyorum bir
yandan ve eksiliyorum çoğalırken; yorgunluğum azalıyor; kalbim teklese de tüm
yaşama sevincim son sürat.
Dingin aşklar arayan
bir adama rast geliyorum ve gülüyorum delicesine.
‘’Deli misin ne?’’diyen
cüretine basıyorum bir kahkaha daha.
‘’Yoksa nasıl geçerdi ömür?
Hem dingin bir aşk arıyorsan o zaman kendine âşık ol.’’dememe kalmıyor ki ıslık
çala çala Bremen Mızıkacılarına rast geliyorum lakin ıslığı çalan yine benim.
Öylesine sessizler ki.
Tıpkısın aynısı diyor
arkamdaki çocuk. Rüyanın en heyecanlı yeri. Sonra ne oldu, dememle irkilen ölü
yanım.
Acildeki doktor ölü
gömmeye çıkıyor gelen son vakadan sonra.
Ölü bir cenin elinde
belli ki Küçük İskender’in yarım kalan tıp eğitimden müteşekkil bir hikâye
hazırlığında benliğim ve beylik kurmacaları ölü yazarın. Hangi birini saysam ki
hele ki okunmaya bekleyen on milyon yüz baloncuk girizgahlı o roman yok mu…
Bir demde çoğalıyorum
bir de ser verip sır vermediğim cümlelerde.
Ne hoyrat bir hüküm ben
düştükçe peşi sıra mutluluğun ve huzurun tınısına rast geliyorum içtiğim tavşankanı
çayda.
Sızan buharı demliğin
yakıyor tenimi tıpkı aşka karışan nidaları ölü şairin.
Bir öykü ısmarlıyorum
bu kez beynime ve tüm emirleri bir bir uyguluyor verdiğim komutlarla.
Nefsime nasıl söz
geçiriyorsam buyur ediyorum cümleleri ve atıyorum boş bir torbaya yeni yetme
düşlerimi, yetim düşmüşlüğümü görüyor Tanrı ve kutsuyor yorgunluğumu,
kanıksıyorum tüm sefilliğimle ve kabullenmişliğime şükrediyor yorgunluğum ve
çalıntı aşklarına rahmet okuyorum ergen düşlerimin.
Büyümeye kuruyorum
zamanı ama saatin pili bitmiş.
Bitik bir cümle daha
ısmarlıyorum ve öksüzlüğümün başını okşuyor melekler.
Elimden gelenlerle
elimden gelmeyenleri kıyaslıyorum. Büyüyorum günbegün.
Azımsıyorum
yalnızlığımı, arz ediyorum içimin büyüsünü ve içerliyorum derken ağlıyorum
derken susuyorum sadece nefes almak adına bitap düşmüş bir cümleyi daha
sırtlanmışken.
Bir solukta.
Bir köşede.
Son kez.
Ama ilk olduğunu
düşlediğim.
Aslında olmadığım ama
olması gerektiğini bilip de olmasını arz edip yine inkâr ederken evren.
Susuyorum.
Susu…
Sus
Su.
Son es’te temenni
ediyorum yarın kaldığım yerden devam etmeyi. Oysaki yarın zaten bu gün. Bu gün
ise dünden miras bir öykünün kayıp girizgâhı.
Son bildiğim.
Son bellediğim.
Sonum.
Son.
Son es.