Belleğimde korunaklı bir tebessüm
belki de sihrine inandığım hicvi kehanetin.
Arsız bir yalnızlık bazen tokadın
ateş yüklü tezahürü bazense merhem bildiğim dokunaklı bir şarkının kerameti
yine andığım y/ansız sebatta dikli ağacım zor bilip de eremediğim nihayetin
istifli gözyaşı…
Hoyrat sancılar büyüten ebeveynlerin
kucağında yine ikbali derinsiz yas/a/lar.
Kanayan düşlerin yaralarında
cerahatli yeminler, sırasız ölümlerden muzdarip insanlık; yine vebali boynuna
yetim düşlerin.
Tabir-i caizse magmaların ardışık
beyanları, ölümden mütevellit belki de araların sancılı birlikteliği. Bir
hezeyana yenik düşen insanlık, kelamın birinde gizli binlerce yansız cümle ve
soy ağacına sahip çıkmaktan aciz bir ırk.
Irgat düş/üş/lerin sıra dışı
yüklemleri…
Öl, demekle eş değer ölümsüz bir imge
tadında yüklendiğimiz umutları da heba etmek ve sıra dışı yansızlık yine yandaş
coğrafyaların ölüme yürüyen çocukları ve mağlup iç çekişleri.
Hezeyandan türeyen bir nesil mi,
sorusu heba edilmiş şıkların tecellisi mi?
Kıyımda insanlık.
Ruh kıyamda idi hani.
Nadiren sevinç yüklü gövdelerin
aralıklı taarruzu yine bir bedende bir de ringe çıkmışken duygular sarımtırak
bir ölüme hibe etmişken çocuk bedenleri.
Salkım söğüt.
Salkımsız mendebur isyanı yine
çetrefilli bir sağanak iken adımsız yollarda yoldan çıkmanın da zaruri
tesellisi iken tecelli buyuran bir milat iken zamanın arsız yalnızlığına
davetiye çıkaran.
Mubah mı?
Mantık dışı mı yoksa verilen her
kaybı pelesenk etmişken şeytanın sağanak hırıltısında boğuşan kambersiz düğün
misali bir de eşlik eden sevici kötüler sülalesi…
Bizler.
Ve bizi bizden edenler.
Peki, kim onlar?
Batılın gizeminde, yoksunluğun da
şeceresinde ve her ırmak kurumaya mahkûm iken.
Edimlerde seğirten mantık dâhili üç
beş peşrev.
Ahkâm kesenlerin de zürriyeti.
Zaman aşımına mı uğradık da
masumiyetin tınısını duymaz olduk.
Hakk nezdinde ne ayrımcı ne de
göreceli bilakis vicdan yoksunu münafıklardan geriye kalanlar. Hadi toplayın
cesetleri ve ölüm pazarında istifleyin: Önce ölümü hak edip etmediğini sorgular
olduğumuz akabinde yüreklerin kaskatı mahremiyetle örtüşmeyen sicilini sunarken
Tanrı’ya.
Lanetli bir ıslık.
Aykırı bir rötuş mu yoksa içten
pazarlıklı imgelerin tahakkümüne yol açan o mendebur kıyım?
Ahların vah/a dönüştüğü ve yaraların
da kangrene.
İnsanlığın heba olduğu aslında neyin
neye tekabül ettiğini görmezden geldiğimiz…
Biz ki bizsiz tümcelerle haşır neşir.
Siz ki ayracı ölümle hayat arasında
bir devinim.
Ve son fısıltı ölüme salise kala.
Susmak mı?
Susamak kana kadar ceberut bir vasıf
mı da yoksunluğu varlıkla eşleştiriyoruz?
Gönül gözüne düşen perdeden her
birimiz sorumluyuz oysa.
Bu kadar mı kolay masumiyetin hala
sorgulandığı bir hafıza kaybı yaşadığımız gerçeğini bertaraf etmek?
Tümden gelen hiçliği tüme varan bir
varlık nezdinde eş değer tutmak ve derken kayıp bir ırkı var sayan biz cahil
tayfası.
Ölümüne susamak kana ve sübyanların
mabedine ateş düşmüşken…
Yerin yurdun saklı tınısında saklıyım
belli ki. Sandıkların lanet boşluğuna yüklediğim sanrılardan bile sorumlu iken…
gerisini getiremediğim bir boşluk, fevri bir yok oluş olmak adına
tüketilmişliğin de hicvi.
Adını sanını duyumsamak dahi
istemediğim göreceli bir yoksunluk, badirelerin solduğu ve soldurduğu…
İç yangınların müsekkin etkisi
yaptığı belki de belirsiz tınısı yine mahşer öncesi dönendiğimiz evrenin
sihirli boşluğu.
Boşlukları doldurmaksa birincil kaide:
Seç, sev ve sus…
Bir kadın gibi yeryüzü ve bir erkek
olmak yine kadının aidiyet sorgusuna tekabül eden o senli benli cümleler.
Doğurgan evrenden üreyen sessizlik.
Bil mukabil demekse hoyrat bir terennüm ve yok olmaksa sıra dışı egemenliğin de
gövde gösterisini bin bir dolduruşa getiren.
Zehrini soluduğumuz ölümün dirlik ve
düzene müdahalesi. Aklımın kıvrımlarında tetikleyici ne çok zümre: Kâh ahkâm
kesen kâh yol kesen cümleler belki de sırasız gidişatın sıradan belirsizliği.
Her şey belirsiz.
Yürekler suskun.
Benlik ise varlığı sükûta ulaştıran
en hoş çağrı yine tüm gönülsüzlüğümüzle yaşarken bir çığlık belki de geçmişin
imlerinde hoyrat bir kıvılcım iken bir kez düşmeye görsün yüreğe.
Soyut onca kelam ve sıra dışı
edindiğimiz sessizlik ve görev erbabı düşkün cümleler.
Teyellediğimiz zaman, tehir ettiğimiz
hayaller ve ölü çocuklar. Aklımın kıtalar arası yolculuğunda hülasa bir boşluk
hele ki söz konusu yetim bir imge kadar acıtan gerçek iken o soğuk ve minnacık
bedenler.
Sebep mi sebepsizliği mi ya da sebebe
ihtiyaç var mı eğer ki söz konusu masumiyetin bile çok görüldüğü bir dünyada
yaşıyor isek?
Ahkâmların kanlı aryaları.
Ölüm tüten bacası insan denen ırkın
nihayetinde gelip geleceği en adaletsiz kıyım.
Muzdarip olunası ya da müdafaa
etmekse beyanını arz ettiğimiz ama tek gerçek; gidenlerin geri gelmeyeceği
gerçeği.
Susların sese dönüştüğü bir
farkındalık kadar da payidar kılınası ve seslerin yoksunluğunu örttüğü o pasaj.
Andan düne geçiş; dünün ölümünü
kabullenememek harbi delikanlı demekse yüreğin zikri yine şiire düşen ve
bulaşan hüznün de mahareti o çokbilmiş imge pazarından kaçırdığımız birkaç
yetim cümle belki de korunaklı dünyalarımızın akan çatısında konaklarken Tanrı
ve vicdan.
Buzların eridiği ama ateşlerin de
asla sönmediği.
Ansızlığın sonsuza rükûsu belki de
sonraların hesabını kesen öncesizlik ve yine titrinde bir şiir barındıran
özgeçmişi insanoğlunun.
Mefhumlar da kayıp insanlık gibi.
Ölüm kokan gazların sihrine yenik
düşen şeytan.
Uy(n)utulmuşluğun coğrafyası ayan
beyan belki de yeknesak bir ömrün peşrevi artık hangi geçmiş zaman kipi ise bir
de sağalttığımız acılarımız ve dünlerimizin üstü örtülü o fevri ve sıra dışı
izleklerinde somurtan can pazarında yolunu kaybetmiş kehanet ve Kara melek.
Zaman hırpalarken insanı…
İnsan tüketirken önce kendini.
Tüketildiğine kani bir imge iken
ömür.
Ve törpü bellediğimiz zulüm.
İnsanlık öldü madem Yaratan’ın başı
sağ olsun.