Öykünün devamı...........
Gamze kendisini hiç iyi
hissetmiyordu o gün. Ateşi vardı ve iki gündür çenesine musallat olan sivilce
yüzünden acı çekiyordu. Patronu Atakan Bey’den izin isteyip evde derin bir uyku
çekme düşüncesindeydi. Mehmet’in neden bir haftadır kendisini aramadığı sorusuna
cevap bulmaya çalışmış, evlenmek istemediği için böyle davrandığına hükmetmiş,
çok üzülmüştü. Sivilce çıkarması da bu yüzdendi zaten. Psikolojisi bozulunca,
narin yapılı bir kız olmasından ötürü, vücut direnci de düşmüş; hastalanmıştı. Atakan
Bey, genç kızın perişan hâlini görünce “Git, dinlen ama önce bir doktora görün
istersen.” tavsiyesinde bulunarak hemen izin verdi. Gamze masasını toplayıp,
elindeki yarım kalan işleri karşı masada oturan Yeliz’e devrederek, ayaklarını
sürüye sürüye evinin yolunu tuttu. Annesi onu gün ortasında karşısında görünce
telaşlandı. Kızının eve girerken açık bıraktığı daire kapısını kapatırken sordu:
“Hayrola kızım, bu saatte neden geldin; bir şey mi oldu yoksa?” Gamze’nin cevap
verecek hâli yoktu. Sadece “Biraz rahatsızlandım, izin alıp eve geldim; önemli
bir şey yok anne. Uykum var, beni birkaç saat rahatsız etmeyin.” dedi ve
odasına geçti. Gülay Hanım endişeyle kızının arkasından odasına seğirtti, onun
yatma hazırlıklarını görünce, “Tamam yavrum, sen istirahatına bak. Bir şey
istersen seslen, e mi?” deyip gerisin geri döndü.
İki gündür ateşler içerisinde yanan
Gamze, “Doktora götürelim.” tekliflerini geri çevirmişti. Kendisini neyin hasta
ettiğini iyi biliyordu. Hasta yatağında sürekli Mehmet’i düşünüyor, ağlama
nöbetlerine giriyordu. Genç kızlık gururu, telefon açıp nedenini sormasını
engellemişti. “Onun araması gerekir; peşinden koşturuyormuş gibi görünmek
istemiyorum. Sevseydi arardı; demek ki sevmiyormuş.” diyordu kendi kendine. Bu
düşünce onu yiyip bitirmişti. Bir türlü hazmedemiyordu içine düştüğü bu durumu.
Üçüncü gün, kendini biraz daha iyi hissedince, annesine “İşyerinden beni merak
etmişlerdir; artık işe dönmeliyim.” dedi ancak annesinin “Bir gün daha dinlen,
yarın gidersin; ben telefon açar, durumu bildiririm.” itirazı üzerine o gün de
evden dışarı çıkmadı. Odasını en küçük kardeşi Dilek ve kendinden bir buçuk yaş
küçük olan Sevgi ile paylaşıyordu. Kardeşleri hastalığı boyunca ablalarını
rahatsız etmemek için dikkatli davranmışlar, derslerine diğer kardeşlerinin
odalarında veya salonda çalışmışlardı. Odaya, yatmadan yatmaya ve hâl hatır
sormaya giriyorlardı. Genelde hep çekişirlerdi ama hastalık söz konusu olunca
merhamet ağır basmış; ablalarını mümkün olduğu kadar rahatsız etmemeye gayret
etmişlerdi.
Akşama doğru, üstünü değiştirmek
için oda kapısını yavaşça aralayarak içeri süzülen Sevgi, tam dolaptan bir
şeyler almak üzereydi ki, Gamze’nin kendisine seslendiğini duydu. Elindekileri koltuğun
üzerine bırakarak, ablasının yatağının ucuna oturdu. Elinin tersini, genç kızın
alnına, yanağına sürerek ateşi olup olmadığını kontrol etti. Şefkatle
yanaklarından öperek, “Daha iyisin bugün, değil mi? İstersen akşam yemeğini
içeride bizimle birlikte ye. Ne dersin?” teklifinde bulundu.
Hafifçe doğrulmaya yeltendi Gamze.
“Tamam, öyle yaparım.” Ardından, beklemediği bir soru yöneltti kardeşine: “Sence
ben güzel miyim?”
“Güzel ne kelime! Taş bebek
gibisin maşallah. Gerçi şu hastalıktan dolayı biraz süzüldün ama yine de çok
güzelsin ablacığım. Neden sordun ki?”
Gamze gözlerini kısarak, bakışlarını
bir müddet tavanda gezdirdi. Avizenin pırıltılı taşlarının beyaz yüzeyde
yaptığı ışık oyunlarını seyretti. Kardeşinin sorusuna cevap verip de aşkta
yaşadığı hezimeti onunla paylaşmak istemiyordu. İçine atmalı, olayları akışına
bırakmalıydı. Derin bir iç geçirdikten sonra, yavaşça yattığı yerden doğruldu
ve ayaklarını yataktan aşağı uzattı.
“Teşekkür ederim canım. Hadi,
terliklerimi bul; üstümü değiştirip salona geçeyim. Yeter bu kadar tembellik.”
xxx
Yeliz, Gamze’nin içeri girdiğini
görünce, masasından fırlamıştı. Etekleri yelpirdeyerek arkadaşına doğru koştu,
boynuna sarılıp yanaklarından öptü. “Neredesin kaçak? Kaç gündür merak
ediyoruz. Bir telefon açmadın. Aşk olsun yani!” diye sitem etti. Gamze,
arkadaşının öpücüklerine karşılık verirken, “Hastaydım ya canım; biliyorsun. Üç
gün cayır cayır yandım, arayamadım. Hem, annem arayıp haber verdi Atakan Bey’e.
Size de söylemiştir diye tahmin ettim. Ne yaptınız bensiz bakayım?” dedi. Yeliz,
“Hiç, ne olsun, hep aynı şeyler… Yeni bir siparişe girdik. Evraklarını veririm
şimdi.” diyerek masasından bir klasör kaptı ve Gamze’nin masasının üzerine
bıraktı. “Ellerinden öper canım; hadi, kolay gelsin.”
Mehmet’in onu işyerinden arayıp
aramadığını acaba Yeliz’e sorsam mı, diye düşündü, klasördeki evrakları gözden
geçirirken. İçine düştüğü gurur kırıcı durum anlaşılır diye, sormaktan
vazgeçti, kendini işe verdi.
İki gencin evliliğe adım atma
kararının üzerinden tam on gün geçmişti. Mehmet’in sinirleri annesinin katı
tutumundan dolayı gerilmişti. Sevdiği kızın kendisinden haber beklediğini,
alamadığı için de üzüleceğini biliyor, onu üzmüş olmaktan dolayı rahatsızlık
duyuyor, kendisini kapana kısılmış gibi hissediyordu. İşçilere “Ben eve kadar
çıkıyorum. Yarım saate gelirim.” dedikten sonra, tamirhaneden fırlayıp bir
hışımla eve gitti. Zile bastığı hâlde açan olmayınca, kapıyı anahtarıyla kendisi
açtı ve annesine seslendi. Annesi evde yoktu. Odasına geçerek üstünü değiştirip
etrafa göz gezdirdi. Annesinin titizliğini bildiği için, ortalığın karışık
olmasına şaşırdı. İki gündür eve girip çıkmamıştı. Acaba annesine bir şey mi
olmuştu? Merakını yenemeyip cep telefonundan aradı. Kadının sesi pek iyi
gelmiyordu. “Anne neyin var? Sesin bozuk geliyor. Nerdesin sen?” diye sordu. Hastanede
olduğunu öğrenince de telaşlanıp hastanenin yolunu tuttu. Biraz sonra üçüncü
katın koridorunda, muayene sırasının kendisine gelmesini bekleyen annesiyle karşılaştı.
Yanına gidip elini öptü. Yanındaki boş yere otururken sorgulamaya başladı: “Anne,
ne oldu; niye geldin buraya, hasta mısın?”
Kadıncağızın hâli hiç iyi
gözükmüyordu. Bitkindi ve yüzü bembeyazdı. “Evet, hastalandım oğlum. Baktım ki giderek
daha kötü oluyorum, buraya geldim.”
“Ne oldu ki böyle durup dururken?
Bana niye haber vermedin?”
“Sen kapıyı vur, git, dükkânda yat,
kalk, bana tavır koy, sonra da, niye haber vermedin, de!”
Zeliha Hanım’ın bu sitemi karşısında
Mehmet kolunu annesinin boynuna attı ve başını kendisine doğru çekerek göğsüne
bastırdı. Ona bir şey olması korkusu içindeki bütün öfkeyi silip süpürmüştü. “Ah,
anneciğim ya! Sen inat edince ben de böyle yaptım. Neyse, şimdi bunları
konuşmanın sırası değil. Hele doktora bir görün bakalım; neyin varmış, onu
öğrenelim önce.”
Tahlil, röntgen derken, vakit
öğleyi buldu. İlk teşhise göre, kadıncağızın şekeri düşmüştü. Mehmet annesini
eve götürüp yatağına yatırdıktan sonra, işyerine uğrayarak “Annem hastalandı;
siz devam edin çalışmaya; benim biraz daha işim var. Acil bir durum olursa
cepten ararsınız.” diye bilgi vererek, bir koşu eczaneye gitmiş, ilaçları alıp
tekrar eve dönmüştü. Birkaç gün annesinin bir dediğini iki etmedi, yemesine,
içmesine, dinlenmesine ve ilaçlarını vaktinde almasına dikkat etti. İşyerini de
ihmal etmiyordu. Sık sık annesini kontrole gidiyordu. Zeliha Hanım nekahet dönemini atlatarak
kendisine gelmişti. Artık ev işlerini, yemeği, bulaşığı oğluna bırakmıyordu.
Mehmet de dükkânda kalmaktan vazgeçmiş, evine dönmüştü. Hastalık ana oğlun
arasını düzeltmişti.
Zeliha Hanım’ın hastalandığını
duyan komşu ve akrabalar, hemen her gün, geçmiş olsun ziyaretine geliyorlardı.
Yine bir akşam, ziyaretçileri uğurladıktan sonra annesinin keyifli bir ruh hâletinde
olduğunu gören Mehmet, ona Gamze ile evlenme planını açmaya karar verdi. Artık bu
sorunu, öyle veya böyle, çözmeleri gerekiyordu. Televizyonun sesini iyice
kısarak annesinin yanına oturdu. Bir müddet ona sarılarak, sesini çıkartmadan
bekledi. Kırlaşmış saçlarını kulaklarının arkasına doğru düzeltip, yanağını okşadı.
Yumuşak bir ses tonuyla, “Şimdi daha iyisin değil mi? İlaçlar yaradı maşallah.”
dedi.
Yaşlı kadın da bu ilgiye kayıtsız
kalmadı ve başını oğlunun omzuna yasladı. “Evet, iyiyim hamdolsun. Sağ ol
evlâdım. Sen artık beni merak etme. Bak iyicene düzeldim.”
“Şükür anacığım, şükür. Beni de
epey korkuttun hani. Sana bir şey olursa ben ne yaparım? Aman, düzeldim diye haplarını
ihmal etme sakın. Allah muhafaza; tekrar hastalanırsın!”
Zeliha Hanım mahsustan çıkışır
gibi yaptı: “Merak etme oğlum. Aaaa, çocuk muyum ben?”
Hazır tatlı tatlı muhabbet
ediyorken bu fırsatı kaçırmak istemedi delikanlı. “Anneciğim, bak, şimdi belki
sırası değil ama şu Gamze olayını bir karara bağlamamız lazım artık. Yüzüm yok;
kızı da arayamıyorum. Hem, arasam ne diyeceğim? Annem olmaz dedi, mi diyeceğim.
Hadi, ne olur; he de şu işe! Onu çok seviyorum, kaybetmek istemiyorum.” diye
sızlandı.
Zeliha Hanım tekrar aksileşmişti: “Ölsem
evet demem! Unut bu işi. Sinirlerimi bozup da tekrar yatağa düşürmek mi
istiyorsun beni? Katiyen olmaz!” diye söylenerek ayağa kalktı ve hışımla odasına
doğru yürüdü.
Çabası boşa giden Mehmet, sehpanın
üstünde duran televizyon kumandasını karşı duvara fırlatıp parçaladı.
Çaresizliğin hırsını böyle çıkartmaya çalışıyordu. Sonra başını ellerinin
arasına alarak bir müddet ağladı. Annesinin huyu belliydi. Olmaz, dediyse,
olmazdı. Şimdi ne yapacaktı peki? Henüz altı yaşındayken babası ölmüştü ve
annesi hem çalışmış, hem oğlunu büyütmüştü. Üzerinde çok emeği vardı. Onun
rızasını almadan evlenmeye kalkışmak nankörlük olurdu. Zaten böyle bir şey
yapmaya kalksa annesi ölünceye kadar yüzüne bile bakmazdı. Diğer yandan,
Gamze’yi de çok seviyordu. İki ateş arasında kalmıştı. O gece sabaha kadar
uyumayıp düşündü, üzüntüden ağlama nöbetleri geçirdi. Hayatının en zor gecesiydi.
Sabah ezanları okunurken üzerine ağırlık çöktü ve nihayet uykuya daldı.
xxx
Atakan Bey, masasının üzerinde
yığılı duran evrakı seri bir şekilde imzaladıktan sonra, yanında ayakta
bekleyen Gamze’ye gözlüklerinin üstünden baktı. “Aferin.” dedi. “Eksiksiz
getirmişsin. Gümrük işlemlerini hemen başlatın. Bu sipariş çok önemli. Eğer bu
mallardan memnun kalırlarsa arkası gelecek. Tamam mı kızım?” Gamze evrakları
plastik dosyaya koyarken cevap verdi: “Siz hiç merak etmeyin efendim. Gümrükçümüze
telefon açar, mesai bitimine kadar bu işi de hallederiz. Başka bir şey yoksa
ben işimin başına döneyim.” Patronunun “Gidebilirsin.” demesi üzerine, masasına
döndü.
“Gamze, telefonun çalıyor; duymuyor
musun?”
Seslenen Yeliz’di. Telefonunun
çaldığını Gamze de duyuyordu ama elindeki acil işi yetiştirmesi gerektiği için,
şu anda gelen telefonlara ayıracak vakti yoktu. “Bırak, çalsın; sonra kim
aramış, bakarım. Gümrüğü aramam lazım.” dedi.
İşini mesai bitmeden tamamlamıştı.
Çıkmaya hazırlanan arkadaşlarına, “Hey, beni de bekleyin!” diye seslendikten
sonra, çantasını kapıp aralarına katıldı. Hep beraber çıkarlarken Sekreter Feriha,
beklemediği bir teklifte bulundu.
“Yeliz’le kıyafet bakacağız; sen
de gelsene Gamze.”
“Siz gidin kızlar; ben biraz
yorgunum. Kusura bakmayın.”
“Aaa, olmaz ama! Mızıkçılık etme
şimdi. Mağaza şuracıkta. Yarım, bilemedin, bir saatimizi alır. Hadi, sen de
gel.”
“Olmaz, dedim. Başka zaman
inşallah. Şimdi gerçekten de çok yorgunum.”
Kızlar kollarına girmiş, onu ikna
etmeye uğraşıyorlardı ki, Gamze’nin gözü sokağın köşesinde bekleyen Mehmet’e
takıldı. Heyecandan olduğu yere çakıldı. Kalbinin sesi kulaklarına kadar
geliyordu. Sevdiği genç on beş günden sonra nihayet ortaya çıkmıştı. Ne karar
vereceğini bilemiyordu. Bunca zaman, hele de evlilik meselesini aralarında konuştuktan
sonra aranmamış olmak genç kızlık gururunu yaralamıştı. İçinde Mehmet’e karşı öfke
kabardı. Ne kadar severse sevsin; kimsenin onu bu derece incitmeye hakkı yoktu.
“Tamam, fikrimi değiştirdim, sizinle geliyorum ama şu arka sokaktan ana caddeye
çıkalım.” dedi ve delikanlıdan tam tersi istikamete çekiştirdi arkadaşlarını.
Mehmet, sevdiği kızın bu
davranışının manasını gayet iyi biliyordu. Evet, kabahat kendisindeydi. Affedilmek
için elinden ne gelirse yapmalı, gönlünü almalıydı. Kızların peşinden hızlı
adımlarla giderek, onlara yetişti.
“Arkadaşlar, merhaba. Gamze ile
konuşmam gerekiyor. Biraz müsaade eder misiniz?”
...............devam edecek.
Mücella Pakdemir