Bir Mustafa Geldi Geçti Bu Dünyadan
(Rahmetli
Mustafa Akgün Anısına)
2009
yılının Ağustosu…
Sarıkız
Efsanesini konu alan bir etkinliğe katılmak üzere, hem Turuncu Radyo’da birlikte
yayıncılık yaptığımız hem de aynı semtte oturduğumuz kankam Asuman Yerdelen ile
Edremit’e doğru yola çıktık.
İlçeye
vardığımızda şair, yazar ve ozan arkadaşlarımızla kalacağımız otelde buluştuk.
İlk gün, yemek ziyafetiyle, şehri gezmekle ve akşam otelin konferans salonunda
toplanıp sırayla şiirlerimizi okumakla geçti. Gece yarısı odalarımıza dağıldık.
Ertesi
gün Hasan Boğuldu Göleti, Sütüven Şelalesi ve Akçay Dağları’nın en yüksek
noktası olan Sarıkız Tepesi’ne gideceğimiz için alarmlarımızı erken saate kurup
yattık.
Sabahleyin
iki kafadar tam vaktinde ekibe dâhil olduk ve gruba özel tutulan otobüslerden
birinin ortaya yakın koltuklarına yerleştik. Böyle yolculukları bilirsiniz.
Şarkılar, türküler, oyunlar, şamata…
Bu
havamız Kaz Dağları’nın bir otobüsün ancak geçebileceği genişliğindeki
patikalarından tepeye doğru tırmanırken kesintiye uğradı. Sebebi, yoldan kalkan
tozların otobüsün içine girip nefesimizi tıkamasıydı. Ağzımızı, burnumuzu
eşarplarla, mendillerle kapatmıştık. Ben ekibin o hâlini videoya çekerken, en
arka koltukta oturan, kendini tozdan korumayan birini gördüm. Ona da bir kâğıt
mendil uzattım ve adını sordum.
“Ben
Akgün.”
“Akgün
Akgün mü?”
Evet
deyince hemen Asuman’a seslendim. “Asu! Bak kim var burada! Akgün Akgün…
Radyodan…”
Asuman
da şaşırmıştı. Asıl adı Mustafa Akgün olan dinleyicimizle ilk kez
karşılaşmıştık. Adı davetli listesinde yoktu ama buradaydı işte.
Tepede
otobüsten inince otomatikman üçlü olup yürümeye başladık.
“Sen
nereden çıktın? Sürpriz oldu.”
“Son
anda katılmaya karar verdim.”
“İyi
yapmışsın. Yanımızdan ayrılma.”
Akgün
çocuk masumluğunda, sevimli, sakin, oturaklı, saygılı, nazik biriydi. Harika
şiirlerini sıklıkla radyodan seslendirdiğimiz için şair kimliğine hayranlık ve saygı
duyardık zaten. Şimdi de onunla beraber bir etkinliğin içindeydik. Sevinmiştik.
Gezi
bitip otele vardığımızda sordu.
“İstanbul’a
nasıl döneceksiniz?”
“Otobüsle…”
“Biletlerinizi
aldınız mı?
“Hayır,
ama sıkıntı olmaz. Araç bol nasılsa!”
“İsterseniz
sizi ben götüreyim. Kendi arabamla geldim buraya. Sizi bırakır, sonra evime
giderim.”
Asuman’la
ben bu teklife hemen atladık. Üç günlük etkinliğin sonunda, dostlarımızla
vedalaşıp, Mustafa’nın arabasıyla İstanbul’a doğru yola çıktık.
Asuman
önde, ben arkada, kafasını şişiriyorduk Mustafacığın. Bir ara merakımı celbeden
konuya getirdim lafı.
“Mustafa,
dikkat ettim de senin gözlerinin beyazı sarı. Eskiden beri böyle miydi, yoksa
mikrop mu kaptı?”
Derin
bir iç geçirdi Mustafa. Sessizleşti. Yutkunmalarından kendini toparlamaya
çalıştığı belliydi. Nihayet, “Ben çok hastayım arkadaşlar. Ölümcül,
anlayacağınız. Bu sarılık ondan. Neyse konuyu değiştirelim lütfen. Konuşmak
istemiyorum.” dedi.
Konuyu
burada kesmeye niyetimiz yoktu bizim. Israrla didikliyorduk. Sonunda pes etti
ve açıkladı.
Uzun
zamandır sirozla mücadele ediyordu. Karaciğeri neredeyse iflas etmek üzereydi.
Nakil için başvurmuştu ama başvuru listesi o kadar uzundu ki sıra gelene kadar ömrü
yetmezdi. Aile efradından bir tek kızının karaciğeri ona uyum sağlamıştı. Yaşı
çok küçük olmasından dolayı, kızından karaciğer nakli de seçeneklerden
çıkarılmıştı. Öleceğini kabullenmek zorunda kalmıştı.
Duyduklarımızdan
ötürü Asuman’la ben duygusal manada abandone olmuştuk. Mustafa duygulanıp
ağlamaya başladığında bizim de gözlerimize yaş doldu. Bütün neşemiz kaçtı.
Yolculuğun
bundan sonrası kâh sessizlikle, kâh hüzünlü şiirler okumakla geçti. Üçüncü
kankalığa seçtik Mustafa’yı. O da memnuniyetle kabul etti bunu.
Mustafa
bizi üzgünlükten kaynaklanan bozgun vedalaşmalarla evlerimize bırakıp kendi
evine gitti. Biz onu İstanbul’da yaşıyor sanıyorduk ama o İzmit’te oturuyormuş
meğer. İstanbul - İzmit arasını tekrar katetmiş yani. O hasta hâliyle bu nasıl
bir fedakârlıktı?
Aradan
dört ay geçti. Radyo programlarımıza geliyor, Facebook mecrasında paylaşımlar
yapıyordu. Bir gün İzmit’ten, radyo dinleyicilerimizden, Hakan isminde bir
arkadaşı ulaştı bana.
“Akgün’ü
hastaneye kaldırmışlar. Durumu ağırlaşmış. Birkaç arkadaş toplanıp ziyaretine
gitsek çok sevinir.” dedi.
Kime
“Gelebilir misin?” diye sorduysam müsait olmadığını söyledi. Yalnız çıktım yola
ve telefonla kararlaştığımız yerde Hakan’la buluştum. Hastaneye gitmeden önce
bir hediye almak istedik. Gri bir hırkada karar kıldık. Elimizde çiçek ve
kolonya, hastaneye girdik.
Bizi
odasında ağırlamak istememiş, koridora çıkmıştı. Oradaki koltuklara oturduk. Ne
durumda olduğunu gözlerimizle tartıyorduk ama öyle dirençli gözüküyordu ki
toparlandığına ikna olduk neredeyse.
Hediye
hırkamızı verdiğimizde yüzüne bir ışıltı geldi, dudaklarına kondurduğu tebessümle
çok beğendiğini söyleyip üst üste teşekkür etti. Aradan beş dakika geçmişti ki
bir hemşire yaklaştı yanımıza.
“Mustafa
Bey, siz ne yaptınız? Yataktan kalkmışsınız. Serum çıkmış! Oksijen maskesi yok!
İdrar torbanızı nasıl çıkarttınız Allah aşkına? Derhâl odanıza!”
Mustafa
biz üzülmeyelim diye yapmıştı bütün bunları. Hakan da ben de o anda kahır
çukuruna düştük sanki. Hemşire Mustafa’yı odasına geri götürürken bizi de azarlamayı
ihmal etmedi.
“Tamam,
bu kadar yeter. Arkadaşınızı dün gece zor döndürdük hayata. O kendini
düşünmüyor hadi diyelim; siz de mi onu düşünmüyorsunuz? Şimdi gidin, başka
zaman gelin.”
Suçluluk
psikolojisine girmiştik. Hastaneden çıkmadan, o kattaki bir personelden bilgi
almaya çalıştık. Mustafa’yı hastaneye yatırmışlar ama hiçbir yakını refakatçi
olmak istememiş. O gece ölmemişti lâkin ruhu yalnızlıktan ve vefasızlıktan
çoktan ölmüştü. Bu hâl içerisinde bizim geldiğimizi duyunca da çok sevinmişti.
Aciz görünmemek adına sağlığını tehlikeye atmıştı deli çocuk.
Hakan’la
ben öyle fena olmuştuk ki, sanki dargınmışız gibi hiç konuşmuyorduk. Kendimize
gelelim diye deniz kenarındaki bir kafeteryada dinlendik. Çaylarımızı içip,
arkadaşımızın çaresizliğini kritik ettik. Elimizden gelen hiçbir şey yoktu
maalesef.
Mustafa
ile Akçay’da tanışmamızın üzerinden dört buçuk ay geçmişti. Telefon açtı,
“İstanbul’dayım, seni görebilir miyim?” diye sordu.
“Daha
yeni hastanedeydin. Ne çabuk iyileşip de İstanbul’a geldin? Niye dinlenmiyorsun
da geziyorsun?” nevinden sorularıma şöyle yanıt verdi:
“Arkadaşlarımla
teker teker vedalaşıyorum. Helallik alıyorum. Lütfen Eminönü’ne gel. Buradan
Yalova’ya, başka bir arkadaşıma geçeceğim daha.”
Bir
telaş, Eminönü’ne gittim. Yüzü, gözü her zamankinden daha sarıydı. Ona hediye
aldığımız gri hırka üstündeydi.
“Bak,
siz almıştınız bunu bana. Hatırladın mı?”
“Evet,
ne kadar da yakışmış. Güle güle giy arkadaşım.”
Yüzüne
acı bir gülümseme çöreklendi. Başını salladı, teşekkür etti. Motorların
hizasına serpiştirilmiş taburelere oturduk. Balık ekmeklerimizi yedik ve
söyleyemediklerimiz söylediklerimizden çok bir şekilde, hüzünle vedalaştık.
Bu
onu son görüşümdü. On beş gün sonra, 15 Ocak 2010 tarihinde kaybettik bu güzel
insanı.
…….
Kısa
zamanda uzun ve derin iz bırakan yüreğin vardı sevgili Mustafa. Ölümün
kıyısında hayata kafa tutan gerçek bir kahramandın sen. Adamın kralıydın.
Aradan
on dört koca yıl geçti ve ben senin hatıranı kâğıda dökme cesaretini ancak bulabildim
kendimde. Affet arkadaşım.
Allah
gani gani rahmet eylesin. Kabrin nur, mekânın cennet olsun.
Mücella
Pakdemir
(
Bir Mustafa Geldi Geçti Bu Dünyadan başlıklı yazı
Mücella Pakdemir tarafından
7.07.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.