Beddua - 4
Öykünün devamı..........
Arkadaşları her ne kadar konuyu
aralarında konuşmasalar da bu iki gencin aşklarında bir problem yaşadıklarının
farkındaydılar. “Tabii ki, biz karşı kaldırımda bekleriz. Siz görüşün bu
arada.” dedi Feriha. Yeliz’le birlikte yolun karşısına geçtiler.
Mehmet, cebinden sapı kısaltılmış
kırmızı bir gül çıkartarak uzattı genç kıza. “Beni affedebilecek misin aşkım? Annem
hastalandı; onunla ilgilenmek zorunda kaldım. Seni de üzdüğümü biliyorum ama…”
“Bu bir mazeret olamaz Mehmet. Telefon
diye bir şey var. Bir alo diyebilirdin. Şimdi gerçek sebebi duymak istiyorum
senden. Lafı hiç evirip çevirme.”
“Demin telefon açtım ama
bakmadın.”
Çenesini ileriye uzatıp boynunu
dikleştirmişti Gamze. Alttan almaya hiç niyeti yok gibiydi. “İşim vardı.
Arayanın sen olduğunu bile bilmiyordum. Hem ben aradan geçen on beş günden
bahsediyorum. Evlenme kararı vermiştik ve sen beni babamlardan istetmeye
geleceğin günü bildirecektin. Hemen her gün görüşürken aniden ara vermeni neyle
izah edeceksin? Çok merak ediyorum doğrusu. Kalbimi nasıl kırdığının farkında
değilsin herhâlde.”
Elinde kalakalan gülü tekrar
cebine soktu Mehmet. Ne cevap verecekti şimdi? Alnında biriken terleri elinin
tersiyle silerken sıkıntılı bir şekilde sözüne devam etti: “Yerden göğe kadar haklısın sevgilim. Ama…”
“Bana sevgilim deme! Önce neden
böyle yaptığını açıkla.”
Gamze sert bir tonla lafını ağzına
tıkamıştı Mehmet’in. Delikanlı, bu saniyeden sonra gerçeği sevdiği kıza olduğu
gibi anlatması gerektiğine karar vererek, “Tamam, anlatacağım; önce bir yere
oturalım, sonra da sakin sakin konuşalım ha; ne dersin?” dedi. Gamze “peki” manasında
başını salladı ve ardından, karşı kaldırımda onların konuşmasının bitmesini bekleyen
arkadaşlarına seslendi:
“Siz gidin kızlar. Sonra
görüşürüz; iyi akşamlar!”
Yeliz ve Feriha “İyi akşamlar!”
diyerek el salladı ve köşeyi dönerek gözden kayboldular.
Gittikleri pastane üç katlı, halk
arasında tatlılarıyla meşhur olan, lüks bir yerdi. Hızlı adımlarla ikinci kata
çıktılar. Masaya oturur oturmaz Gamze konuya girdi. Gözlerini kocaman açmış,
sağ kolunu masaya dayayarak yumruk yaptığı elini çenesine koymuştu. “Evet,
anlat bakalım; dinliyorum.”
Mehmet sandalyesini masaya iyice
yanaştırıp her iki kolunu da masanın üzerine dayadı ve parmaklarını birbirine kenetledi.
Bakışlarını Gamze’nin masmavi gözlerine sabitlemişti.
“Bak canım, o akşam senden
ayrıldıktan sonra eve gider gitmez konuyu anneme açtım. Olumlu yaklaşmadı. Seni
çok sevdiğim için ben de tavır koydum ve evi terk edip, dükkânda yatıp kalkmaya
başladım. Yokluğumda fikrini değiştirmesini bekledim. Ama o tahmin edemeyeceğin
kadar inatçıdır. Nuh dedi, peygamber demedi. Ben de, sana ne cevap vereceğimi
bilemediğim için, arayamadım. Geçen gün hastalandı. Eve dönmek zorunda kaldım.
Tekrar bu konuyu gündeme getirdim ama ‘Kesinlikle olmaz!’ diyor. Ben ne yapayım
bu durumda, söyler misin bebeğim? Seni çok seviyorum ancak anneme de karşı
gelemem ki… İki ateş arasında kaldım.”
Gamze’nin kafasındaki şalter,
kendisini hiç de tatmin etmeyen, üstüne üstlük son derece sinirlendiren bu
açıklama karşısında attı. Ne demekti “İki ateş arasında kaldım.”? Bir erkeğin
hayatında annenin ve sevdiği kadının yeri ayrı olmalıydı. Mehmet’e küçümseyen
bir bakış atarken, çantasını sandalyenin arkasından alıp koluna takarak ayağa
kalktı.
“Madem annene karşı gelemeyeceksin
ve o da beni kesinlikle istemiyor, bu görüşmeye ne gerek vardı? Telefon açıp,
bitti, diyebilirdin. Ben gönül eğlendirilecek bir kız değilim. Bir daha
görüşmemize hiç gerek yok. Sen yoluna, ben yoluma! Oğuz’dan farkın yokmuş;
yazıklar olsun sana. Sakın peşimden gelme; çok fena olur. Bitti; anlıyor musun;
bitti.”
Genç kızı sakinleştirip, ikna
etmek için sandalyesinden kalkmaya çalışan delikanlı, bu sert sözler karşısında
geri oturdu. Ağlayarak uzaklaşan sevgilisinin peşinden bakakaldı.
xxx
Oğuz, bir müddettir kendisinin selamına
yarım yamalak karşılık veren, bakışlarını kaçırarak yanından her defasında bir
bahane ile uzaklaşan Gamze’nin bu tutumunun sebebini merak ediyordu. Bir akşam
iş çıkışı genç kızın peşinden giderek, yanına yaklaştı.
“Biraz konuşabilir miyiz Gamze? Bana
karşı son günlerde çok soğuksun. Seni kıracak bir şey mi yaptım; söyler misin
lütfen?”
Gamze yürümeyi bırakıp, arkadaşına
döndü yüzünü. Gözlerini kısarak âdeta kükredi: “Hepiniz aynısınız. Kızlarla hoş
vakit geçiriyor, sıra evlenmeye gelince yan çiziyorsunuz. Biz neyiz ha!
Oyuncağınız mı?”
Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya
başlamıştı. Oğuz şaşkınlık geçiriyordu. Genç kızın bu hâli yüreğine dokunmuştu.
“Bak; annesinin seni istememesi yüzünden Mehmet’le ayrıldığınızı biliyorum ama
bana haksızlık ediyorsun. Biz Serpil’le anlaşarak ayrıldık. O da biliyordu
kendisine âşık olmadığımı. Bu durumda, evlenmek istemeyişimi anlayışla
karşıladı. Baştan beri biliyordu yani; anlıyor musun?”
Gözyaşlarını silerken, kıpkırmızı
olmuş, üzgün gözlerle iş arkadaşına baktı Gamze. “Tamam, özür dilerim. Son
günlerde çok yıprandım, hırsımı senden çıkardım. Sen de hak verirsin ki, az buz
şey değil bu. Sinirlerim çok bozuk. Affedersin arkadaşım.”
Oğuz şefkatle sarıldı genç kıza.
“Hadi, üzülme artık. Geçecek; göreceksin. Yakında adını bile hatırlamak
istemeyeceksin. Kes ağlamayı bakayım. Hiç yakışmıyor; hadi ama.”
Hiç konuşmadan yürüye yürüye, Gamzelerin
oturduğu sokağa geldiler. Evin kapısında vedalaşıp ayrıldılar.
Takip eden günlerde akşam iş çıkışlarında
birlikte vakit geçirmeye başlamıştı iki genç. İlk zamanlar, Mehmet’in genç kızı
yarı yolda bırakışı, muhabbetlerinin ana konusuydu. Teselli etmesini iyi
biliyordu Oğuz. Ağzı laf yapıyor, karşısındakinin dikkatini başka yöne
çekmesini iyi beceriyordu. Bir keresinde “Adımı Almanya’dan geldiğim için
Alamancıya çıkarmışlar. Oysa ben de Türk’üm. Yabancı memleketten gelmek suç mu?
İnşallah evleneceği kız onu bin pişman eder; perperişan olurlar. Bana bu
yaptıklarının cezasını çekerler.” diye beddua etmişti Gamze. Delikanlı itiraz
etmişti o noktada. “Evet, canının çok yandığını biliyorum ama beddua etmek senin
o güzel ağzına hiç yakışmıyor. Aradan bunca zaman geçti; sen hâlâ kendini
yiyorsun. Dostluğumun işe yaramadığını gördükçe ben de üzülüyorum. Geri dönüp
bir şeyleri düzeltme imkânımız olmadığına göre, artık, bundan sonraki hayatına önem
verip, mutlu olmaya bakmalısın. Henüz çok gençsin; önünde upuzun bir hayat var.
Değer mi yıpranmana? Hadi, söz ver şimdi bana. Bundan sonra Mehmet konusunu
kapatıyoruz. Tamam mı?”
Haklıydı Oğuz. Beş ay
yaşayabildiği bir sevdanın hüsranla sonuçlanması dünyanın sonu değildi ya! Hem,
kendisine yapılan haksızlığı düşünmeye devam ettikçe unutması da gecikecekti. O
günden sonra bu konuyu açmadılar, kendilerine odaklandılar.
Oğuz’un hoş sohbet, zeki,
anlayışlı ve sevecen yanını keşfetmiş, yavaş yavaş ona bağlanmaya başlamıştı
Gamze. Daha önceleri hiç alıcı gözle bakmamıştı arkadaşına. Sarı, dalgalı
saçları, yeşil gözlerine derinlik veren düze yakın kaşları, çıkık elmacık
kemikleri, çukur çenesi, atletik vücudu ile ne kadar da yakışıklıydı! Görgülüydü,
kibardı. En önemlisi huzur vericiydi. Delikanlının da boyu boyuna, huyu huyuna
uyan genç kıza hayranlığı gitgide arttı. Yakınlaşmaları kaçınılmaz neticeye
götürmüştü ikisini de. Sırılsıklam âşık olmuşlardı birbirlerine. Oğuz
hislerinden emin olur olmaz evlenme teklif etti genç kıza.
xxx
Aradan iki yıl geçmişti.
Beşiğinin içinde mahmurlaşan
bebeğinin üzerini sıkıca örten Gamze, sesini alçaltarak ninnisini bitirdi.
Uyuduğundan emin olana dek bekledikten sonra usulca boy aynasının önüne gitti.
Saçına şekil verip, yüzünü aynada bir kez daha süzdü. Kendisini anne olan pek
çok kadın gibi salmamıştı. Her zaman bakımlı, alımlı gözükmeye dikkat ediyor,
dünya iyisi kocasının nazarındaki cazibesini yitirmemeye gayret ediyordu. İlk
aşkının hüsranla sonuçlanmasına şükretmişti geçen zaman içerisinde. Zira gerçek
aşkı ve mutluluğu Oğuz’da bulmuştu. Yeterince güzel gözüktüğüne ikna olunca
odadan çıkıp koridoru geçerek salona, kocasının yanına seğirtti. Abone
oldukları bir dergiyi karıştırıyordu sevdiği adam. Rahatsız etmek istemedi.
Sesine tatlılık katarak, “Gazeteyi nereye koydun sevgilim? Çocuğu hazır
uyutmuşken haberlere bir göz atayım ben de. Demin şuralardaydı; şimdi
bulamıyorum canım.” dedi.
Zevkle döşenmiş evlerinin geniş salonunda
dört dönüp, köşe bucak gazete aramaya koyulan güzel karısının dikkatini başka
yere çekmek istedi genç adam. Çapkınca göz kırparak elindeki dergiyi sehpanın
üzerine koydu. “Sonra okursun. Gel; seninle birkaç el tavla oynayalım. Kazanan
çayı demler, ona göre! Ne dersin?”
Ellerini çaresizlik ima eden bir
tavırla iki yana açıp sonra da kenetleyerek parmaklarını çıtlattı genç kadın. Dudaklarını
bebek gibi büzdü. “Çok isterim ama pulların sesinden uyanır bizim huysuz. Kâğıt
oynayalım. Ben çay koyup gelene kadar sen desteleri dizersin. Ha, bu arada, gazeteyi
de bulur musun bir zahmet? Beş dakika sürmez göz atmam; merak etme.”
Gamze çay tepsisiyle salona geri
döndüğünde kocası masaya geçmiş, kâğıtları karıyordu ama gazete hâlâ ortalarda
yoktu. “Bulamadın mı?” dedi kocasına. Onun sıkıntılı ve suçlu tavrını görünce
de merakla sordu: “Benden bir şey mi gizliyorsun? Okumamı istemediğin bir haber
mi var yoksa?”
Az önce yaslandığı kırlentin
arkasına gizlediği gazeteyi çıkartıp karısına uzatırken, kaşlarını yukarıya
kaldırarak alnını kırıştırdı Oğuz. Gözlerini endişeyle, karısının uzun
kirpiklerinin dalgalar oluştururcasına gölgelediği, okyanusu andıran gözlerinin
içine dikti ve kesin bir ifade ile cevap verdi: “Evet, var da… Bak; peşinen
söylüyorum; üzülmeyeceksin. O şartla okumana izin veriyorum, tamam mı?”
“Tamam, tamam! Ver artık, hadi
ama! Meraktan çatlayacağım şimdi.”
Gazeteyi kocasının elinden kaparak
aceleyle göz gezdirmeye başladı Gamze. Üçüncü sayfadaki bir habere kilitlenmiş,
şok geçiriyordu şimdi. Mehmet, kendisine ihanet eden karısını ve onun
sevgilisini kurşun yağmuruna tutarak öldürmüştü. Annesi de kalp krizi geçirmiş,
kaldırıldığı hastanede son nefesini vermişti. Titreyen dizlerinin onu
taşıyamayacağını anlayınca kendini koltuğa bıraktı ve yanına çöken kocasının
boynuna sarılıp ağlamaya başladı. Hıçkırıklar arasında zor anlaşılır şekilde
söyleniyordu: “Aman Allah’ım, ne feci! Keşke dilim kopsaydı da beddua
etmeseydim. Hep benim yüzümden…”
Oğuz, göğsünde ağlayan Gamze’nin yumuşacık,
sarı saçlarını sevgiyle okşarken, Mehmet hakkında son kez teselli ediyordu onu:
“Hayır, senin yüzünden değil bir tanem! Böyle düşünmemelisin. Beddua etmeseydin
de cezalarını bir şekilde çekeceklerdi mutlaka. Mazlumun yüreğinden kopan ah, zalimin
yanına kâr kalmıyor sonuçta. Kimi bu dünyada karşılığını buluyor, kimi de
ahirette. Kendini sakın ola ki suçlama. Tecelli eden ilahi adalettir. Sil
gözyaşlarını aşkım. Seni çok seviyorum.”
Mücella Pakdemir
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Öykümün 3. bölümünü günün yazısı seçen Yönetime teşekkür ederim. Saygılarımla.
(
Beddua - 4 başlıklı yazı
M.Pakdemir tarafından
18.07.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.