İzdüşümü sanırım lal şiirlerin
aksanından sızan gelişigüzel imlermişçesine hayatın tüm tortusu yine yürekte
çöreklenen.
Lal iklimler gibi hayat, soyut ve
mükellef seyrinde imbat akşamlarının eylülden sızan bir kanama, yine ara
namelerin aralıksız tüketildiği çeliktenmişçesine sinirlerde kopan yaygara.
Üreyen sessizliğin maktulü belli ki
makbul bilip de gömüldüğümüz ve gömdüğümüz gençliğimiz aslında yaş almakla
paralel seyreden aldığımız onca yas.
Göreceli bir sağanak iken
kayıtsızlık; günü birlik mutluluk iken kıstas alınan sonra da mamalarını
akıttığımız gökten bozma tapınağı yüreğin hem de en soylusundan, en şaşalı
birliktelik iken toz konduramadığımız ve günsüz geceleri; yüzsüz aşkları da saf
dışı edip bir kuytuda sığınmışlığımız.
Sığıntı olmadığımız gerçeği; simge
arayışında insanoğlu ve yüksek ökçelerin garip tınısında hazandan bozma bir
yaz’ı armağan etmişken Tanrı. Göreceli aşkların çetelesini tutup da görkemli
sonlardan korkup sığındığımız, sığdıramadığımız ve sızdığımız bir öğle vakti
üstelik şiire dair bir arayışı şaibeli bir yoksunluğa dönüştürüp de şair
bozması kimliğimiz ile sürç-ü lisan etme kaygısından muzdarip.
Gerçeklerin kaynakçası aslında
hayatın alfabesi tıpkı hayallerin bünyesinde yalana da riyaya da yer
vermediğimiz ve bir tebessümden ibaret olmasını dilediğimiz yerkürenin
atıflarında gök kubbe haricinde bir sığınak bulamayıp yine ifşa etmekten
kaçındığımız gözyaşı belki de ağlayan surelerden kaçışan meleklerin terennüm
bildiği el yazması neşriyatı yine hâkim kılınan İlahi Gücün yetiştiği ve
yatıştırdığı ufacık yüreklerimiz.
Gölgenin ufkunda nasıl ki hazan…
Hazanın utkunda nasıl ki hüsran…
Hüsranın celbinde nasıl ki umut…
Kuruyan yaprakların kanayan damarları
belli ki ıslah olmaz nefsimize söz geçirmeyi beceremeyip sessiz bir ihtilal
iken yürekte saklı kocaman aşk cumhuriyeti.
Tanısında gizem olsa da aşkın ve
nüfusunda kayıtlı bir elem de bellemişsek ver elini özlem; ver elini bilinmezin
tecelli ettiği bir sıkılganlığı mağfiret bilip, niyazlarımızda da saklı
tuttuğumuz sırlardan doldurduğumuz kocaman bir sır küpü ve her nasılsa ser
vermeyi milat bildiğimiz geçmişin sır edinilesi yüreğin de çeperinde boş boğaz
bir imge takılıyken.
Satırlar hafriyat yüklü; kelam
ezelden yanık; kerim olan ise yegâne gücün sunumunda hep de merhamet ekseninde
nakşeden bir döngü.
İnsanı edeple büyüten.
Edebi niyazla.
Niyazı ise inançla ve korunaklı
dünyaların bilançosunda sefil bir yalnızlığı da kulp belleyip kaçındığımız
coğrafyaların temaşasında bir dirhem gizem bin derdi saklar, görüşüne
dayadığımız başımız ne kadar derde tasaya hâkim olabilir sorusunu es geçip bir
gıdım huzurdan bile nasiplenmekten aciz biz faniler cumhuriyeti.
Aksayan aryalarda; ardışık cümlelerde
ise apaydınlık dünyalar kurma istemi ve karanlığın mağduriyetinde, kansız bir
ölümmüşçesine zulüm ve ziyan ve yine tüm olup biteni dokunaklı bir hikâyeye
sığdırıp mutlu sonlar yazmakla mükellef oysa kendi hikâyelerimizde mağdur birer
gölgeye denk düşmekten öteye gidemediğimiz hayatın çapulcu gerçekleri.
Hazanla karışan hüsrandan öte bir
iklim mi yoksa umut yoksa pekişen bir aşk mı da adına yalnızlık diyoruz?
Gölgelerden sorumlu benliklerimiz ve
benliklerimizden yana dertleri de sakınıp sakladığımız bir utta dönüşen.
Bilfiil yaşanmışlık; eş güdümlü
şarkılar; dolaylı mağduriyetler ve içimizden aksedeni yerküre asla kabul
edemezken belki de bizler gerçekleri yere göğe koyamayıp yalanı bir uzuv
belleyip de bir terennüm misali şiirlere göz; şarkılara ses; yüreklere de niyaz
yüklediğimiz ve bellediğimiz…
Göreceli aşklar biriktiren nice
insan… aslında zalimce bir sevdayı mesken tutup şeytani bir refleksle aşkını da
yüreğini de kana boyayanlar.
Bir gölge kadar tutarsız belki de; ya
da sıra dışılığı bir ölçüt bilip ölçüsüz sevgiyi de kendine mezar yapmaktan haz
duyan bakir bir şarkı sessizliğinde sözünü değil geçirmek duyurmaktan aciz.
Kondurduklarımız bir de toz
konduramadıklarımız.
Sevip de sevilmeyi unutan haylaz bir
çocuktan çaldığımız mutluluk mu yoksa aşkın şaibeli dansı hem de insan ırkına
bir sunum iken ve boyutsuzluğunu da tescillerken o ulvi rahlede ve yine İlahi
Aşkın dokunulmazlığında tutarsız bir mevkiden tutun da tutanaksız bir sevdayı
şiar bilen.
Surelerin de hicvinde ayan beyan
varlıklarımız aslında yüreğin sulhu iken kendimizi kapıp koyuverdiğimiz.
Bir ölümü son bildiğimiz.
Bir de geceyi ıskaladığımız hani dün
öbekli geçmişin intikamını alırken yarın odaklı an’ı ansızın es geçtiğimiz.
Dar alanlı uzun paslaşma tadında
belki de mutluluk ya da rotası kayıp bir gemiden atılan can simidi sonra da
paye verdiklerimizden medet umup kendimizi unuttuğumuz ya da bir zincir misali
dolandığımız belki de çenemiz kilitlenirken yüreğin şifresini de bir kaosa
kaptırdığımız.
Aşkı rabıta bilen kelamda top yekûn
yalnızlık sonra da hidayete vakıf gönül gözünde anlık bir yoksunluk ve defolu
yalnızlık ayyuka çıkarken çömez bir şiire çömelip de ufkunda hayallerin bir
şair vasfına haiz olamamayı pek de önemsemeyen… külliyen yalan aslında şiirler
kadar söylediklerimiz de yalan aslında yalın bir doğruyu şatafatlı bir yalana
yem yapıp, bir sureyi de yoksunluğumuza kulp belleyip.
Belleklerimiz doldukça ve taştıkça
yüreğin ikramı gelin de görmezden gelin bazı hataları hani olmazın oluru bir
kapıdır açılan kapanandan bir sonra; hani yalın bir doğrudur o kesirli yalnızlığınıza
denk düşen sonra da mülteci bir ime takılır aklınız ve gözlerinizin pervazında
şiirler biriktirirsiniz yaş yerine.
Yazmaktan uyuşan bellek; ağlamaktan
somurtan bir çehre belki de edepli bir yoksunluk aşkın zikri sonra da donanımlı
bir âşık olmak adına dağlar aştığınız…
Varsın yalnızlık bürüsün çevrenizi
yalana nazire eden bir yoksunluk ne derece kötü olabilir ki?
Varsın kalabalığı bölün gruplara ve
varın o meçhul yakaya hani şair dilinde bir lütuf belleyip de bir öyküye
öykündüğünüz yetmezmiş gibi bir de şarkı dolayın şiirin ayaklarına.
Ötekileşen aslında özründe aşklar
saklayan.
Yalın ayak şiirlerin de baş tacı iken
ketum imler.
Dert sahibi şairlere yoksunluğunuzu
sunup yoksulluğunuzla da dalga geçerken şiir erbabı onca yürek.
Kardığımız ama karaya bulamadan.
Zikrettiğimiz ama zehir zıkkım
olmadan yaşamayı de şerh düştüğümüz her yeni günü bir sonraki güne devredip,
dünün közünü yarının sihriyle es geçip her nasılsa an’ı da mezhep bilip zamanı
tutsak bir saatten gözünüzü alamadığınız ve sonra da yüksünüp yıldızınızın
düşük olduğuna dair bir söyleme de paye vermezken.