Oyalandığımın tasviridir her hikâye
yine çaldığım değil çattığım kaderin, oyunlar oynayan muzip ritminde, ben bir
kör noktaya tekabül ederken.
Öncemden bağımsızım an itibariyle
aslında sızılarımdan muzdaripim.
Lanetin iksirini içen şaibeli bir
bekçiyim belki mezar yollarında yürüyüşler yaptığım bir o kadar mezar
taşlarındaki yazıları okumak iken en büyük keyfim.
Uydurduğum bir hikayeden çaldığım
mutluluğun en şen tanığı idim bir zamanlar sonra lanet bir aşka düştü yolum ve
yana düştü başım aslında düşkünlüğüm idi aşka en büyük handikap yine yarı
saydam gölgelere kaçamak bakışlar atarken bir sabah vakti.
Zamanımı da çaldırdım sonramı
lehimledim belirsizliğe ve kuşluk vakti ölüp gitti kafesteki serçem… Tanrı’nın
gazabına uğrayan kuşum kadar rahmete şükretmedim ve ölümü mimleyen Kara Melek
ile nasıl da sürtüştüm ki her andığımda ölümü illa ki birileri uğurlandı
sonsuzluğa.
Lav ettiler kaderin tanıklığında:
önce mezarımı seçtim sonra da en şen kahkahayı attım.
Eğreti bir gülüş konmuştu gökteki
asılı lale bahçesine ne de olsa ismi İstanbul’du göğün tanıklık ettiği o aşkın
hulasası birlikteliğimde, ben şehir olup şiirlere düşen tali yolunda sevdanın,
dar açılı bir aşk belledim her semtini gök gözlü şehrin.
Kahırlar yüklendim; kanıtlar
topladım; kayda aldım her acımı her açıdan incelemek adına nasıl oluyor da
aklımı yitirmiştim bir şiir vakti.
Kerbelası idim aşkın yine kozamda
titrek bir yumurta: ha çatladı ha çatlayacak oysaki çatlayan ar damarı ile
şehla ihtiraslara gebeydi her şirret ve batıl kazanım yine Allah katında
cehennemlik bir sürrealist imge tadında, düne teğet geçip yarını şimdiden
öldüren kâfir ve beynamaz isyanların tutanağında nasıl oluyor da ilk sırada yer
alıyordum üstelik köhne varlığımın hulasasında bir marifetmişçesine Allah’a
şirk koşanlardan yana uğradıkları gazabı tescilleyen kader de nasıl muhafazakâr
ve yanlı idi yine kudret babında, şafağı atan gökyüzü bekçilerinden yana dertli
iken hazan.
Bir beyit ısmarladım; bir lehçe
tasarladım bir de türkü tutturdum: sözüm ona her şey yolunda ben de sefamı
sürüyordum şiir denen tapınakta.
Üflenen nefesin sahibi.
Ünlenen nefsin teamülü.
Zamanların kayıp atlası.
Aslında kayıp coğrafyaların ölü
nüfusu.
Kabrine gittim her şehrin ve bir
demet şiir bıraktım kabristana ne de olsa günahın dibine vurmuştum ben aşkı lav
ederken, içimdeki yanardağının kapağını arayıp da medet bulurken az sonra
bastıracak sağanaktan.
Kazan kaldıran kim ise oysaki tepesi
atan bendim hem de vakitli vakitsiz öten horoz misali her şiiri pelesenk
ettiğim ve günün yorgunluğunu gecede söndürdüğüm ne de olsa ladeslenmiştim yine
de bilemedim lanetlendiğimi.
Bir sunumunda günlüğümün.
Bir zemheride ölümü her andığımda.
Bir de kayıt cihazı edinmiştim
düşündüklerimi unutmamak adına.
Umut, dedi birileri.
Unut, demişlerdi oysa.
İkisine de uymadım ve sadece başımı
dayadım boş sayfaya, bir boşluğa düşüp de başım uyurgezer taklidi yaptım ne
zamanki kalemi elime alsam.
Sükût dilemiştim Tanrı’dan.
Sunumunda ne ise kabullendim ve şerh
düştüm kadere.
Söyleminde ne ise İlahi Varlığın,
nükseden huzuru sahiplendim bir gölgeden daha nemalanıp, bir yüreğe tapulanıp
sonra lanet bir med-cezir ile fink attı göğün ve denizin uyumsuzluğu.
Bir tefsirdim.
Bir teksirdim.
Tescili idim annem ne demişse.
Sunumu idim madem dünün, en lanet
düşü bile sevebilirdi Tanrı ne de olsa yoz bir duyguydum hâlihazırda bir beyit
kadar anlamlı belki kara gök kadar kaygılı belki de unutmaya meyyal metazori
bir farklılık yine aklın almadığı; yine yüreğin depoladığı.
Bir düştü oysa gördüğüm.
Bir kırlangıcın kanadında akçıl bir
tüy idim; yine uçuşan hayallerin bir göstergesiymişçesine her düştüğüm tuzakta,
tutulduğum o Kırlangıç Fırtınası.
Unutabilirdim ama unutmadım.
Unutuldum sadece.
Dilemediğim ne varsa olmuştu bu
yüzden son bir dilek diledim ve sonumu kendi ellerimle sundum kadere ne de olsa
yeniden doğmayı dilemiştim öleceğimi bile bile.