Sahiplendiğim kadarım aslında: ya da
sahibimi sorguladığım hiç mi hiç düşmez iken payıma…
Efkârımla büyüyorum, olmayan rüzgârlarla
savruluyorum aslında rüzgârın ta kendisiyim.
Yanlışlarımı örttüğüm de değil,
bilakis yanlışlarımı sevip doğruya uzanan ellerim ve de sevgiye.
Bir tuzağa düşmekse aşk, nasıl da
izafi yadsınan acılar.
Acılarımla büyüyorum, dedim ya ve
esefle kınadığım yine kendimim ve yine iç sesim.
Kucaklarımda demet demet kır
çiçekleri asla solmasına dayanamadığım bu yüzden her gün güncelliyorum
çiçeklerimi ve ömürlerini.
Ben solabilirim lakin
kucağımdakilerin solmasına asla dayanamam.
Sırtımı dayadığım bir dağ da yok
aslında dağın ta kendisiyim zira içimdeki İlahi coşkuyu değil dizginlemek, bir
an bile ayrı kalamıyorum maneviyattan.
Sevdikçe maruzatımı zaten beyan
ediyorum bazense sevmeye korkar oluyorum ya da sevdiğimi gizleyip seviyorum
insanları: aman ha, bozulmasın o büyü.
Sevdiğimi söylemeye korktuğum ne çok
insan üstelik yakın ya da uzak zaten mesafelerin göreceliliği ve sevgi kehaneti
ile iz sürüyorum tıpkı küçük bir köpek yavrusu gibi kokuyla seviyorum ben.
Çiçek gibi kokan.
Anne gibi kokan.
Dostun kokusu.
Aşkın tanısı ve tınısı hepten
delirtiyor aklımı.
Sahip çıkıp çıkacağım çıktım da
aklıma hem.
Aşkın son sürat gizemine ve tasvirine
ne hacet?
Ya da cinsiyeti olmalı mı aşkın?
Korkmak mı koklamak mı hayatı?
İzafi değirmende öğütüyorum aklımın
zerreciklerini ve kocaman bir yürek tahayyül ediyorum derken dev gibi bir
değirmen bu sefer boyutsuzluğumu öğütüyorum ve övünüyorum sevdikçe hatta
sevilmek gibi bir maruzat da beyan etmezken.
Tutsağıyım bu dünyanın ama herkes
gibi değil.
Sevdalıyım hayata ama bilindik
mahiyette değil.
Belki de ölüme göz kırpma ihtiyacı
hissediyorum ne zamanki savrulsam bir köşeden diğerine.
Beyanlarım ne yalan ne de gerçek.
Aslına ben gerçek miyim, diye de az
sorgulamıyorum kendimi.
Gizeme dair hüviyetim ve korktukça
seviyorum aslında sevip daha da korkuyorum ve ruhumla kokluyorum evreni ve
duygular son sürat ele geçiriyorlar ruhumu.
Uyutulduğumu bilsem de.
Bilmesem de görmezden gelindiğimi ya
da sever gibi yapanları gönül gözümle tayin ederken.
Sevdiğimi dillendiremiyorum bazen ve
ansızın dolduruşa gelip infilak ediyorum tıpkı duygularımı kelimelere ve
satırlara döküp arkama serptiğim çakıl taşı benzeri imgelerle birileri peşimden
gelip de beni bulsunlar, diye.
İyi de ben neredeyim?
Bu sorunun muhatabı da yok,
biliyorum.
Bildiğimi bilmezden de gelemiyorum ya
da bilinmezi bir yüklemle eşleştirip bir emir veriyorum içimdeki mizansende
sıkışıp kalan hangi duyguysa yine İlahi Aşkın coşkusuna nail olup
sancılanıyorum ölüm öncesi. Cazip gelen bazen hayat bazense ölüm hele ki
tutanaklarda geçirdiğim şunca cümleye bakıp soruyorum kendime, neden kopyala
yapıştır yapmıyorum diye insanların yüreklerine belki de bu yüzden yazıyorum
aslında bu yüzden yaşıyorum yoksa ikisi de mi hayal?
Şimdimi kurcalarken dünde
kalmışlığım.
Yarını düşünüp de an’ımı kaçırdığım.
Yalanların resmigeçit yaptığı
kavşaklarda yalanlara inanmayı tercih edip mutsuzluğu ertelediğim.
Korkarak geliyoruz dünyaya ve çıngar
çıkarıyoruz ilk gözümü açıp da annemizden ayrı bir varlık olarak ilk şaplak
yediğimizde üstelik dünyanın en ulvi vazifesini yapan beyaz gömlekli bir
insandan.
Renklerin coşkusu.
Aşkın nakşettiği.
Hidayetin frekansında aslımıza
ulaştığımız.
Asılsız olan ne ise yasımızı saklı
tuttuğumuz.
Sevmekten çıkıp da yola… varmayı
ertelediğimiz mutluluğu gölgeleyen karabasanlara lanet okurken.
En tehlikeli noktada bir imge taklidi
yapan.
Belki de sayısız engeli geçip
insanlığın sunumunda bizler hala birbirimizi örselerken sevmek yerine.
Gocunduğum da değil sadece gücendiğim
yine de sevmekten başka bir şey gelmiyor elimden.
Bir elimi tutan ve bir elimi
uzatırken dünyaya bazen şaplak yesem de ama inancımı da ihmal etmeden hala
inanmayı seçtiğim pembe yalanlar yeter ki zarar vermeden sevmeye devam edeyim
dünya döndükçe ve ben sona ulaşmadan hala sevgiyi beyan etmekten utandığımın
bilinci ile sessizce sevdiğim nice insan.