Huzurlu bir ölü olabilirdim ama
huzursuz bir ölümsüz olmayı seçtim. Lanet geçmişin intikamı almaksa payıma
düşen bir nebze de olsa huzurdan nasiplenmek belli ki bir düş.
Sıcak iklimlerden gelen bir rüzgârım
sanırım yaftalandığım kadar epriyen hayallerimin de katkısı var bunda. Bir zehir
misali ahalinin yüreği ihlali sanırsın ki doğduğumdan beri mevsimlerin adı
çıktı.
Gündüz gözüyle etrafa bakmayı pek
sevmiyorum zaten yarasa kanatlarımla konacak yer bulamıyorum. Bulmaktan yana
derdim aslında bulamamaktan.
Hayli yıpratıcı ölümü kabullenmek
bana göre ise dünyanın en kolay işi zaten yıpranmış bir defterin hangi
sayfasına konarım ki şu siyah ve iri cüssemle?
Ördüğüm yelekler asla sahibine
ulaşmadı belki de sahipsizliğimin meramını bulmak adına örmekle iştigal ettiğim
hele ki kendi başıma ördüğüm çoraplar yok mu… Genelde teki kayıp bu sefer başka
bir renkle eşleştiriyorum ve prim vermeyen hangi renkse sonsuza kadar uzağında
kalmak vazgeçilmezim tıpkı uzağımdaki keşişlerin istiflediği o iri cüsseli
lenduha.
Aklımın mermerlerine yazılar
yazıyorum uyumadığım gecenin lanetine bürünen kayıp izleklerde ben en
patavatsız şarkıyı çalıp da dünden… dün, dediğime de bakmayın hani ne de olsa
anda bile tezahür etmiyorum.
İri kopçaları var aklımın bir de
kancaları. Gece kapıya dayandığında uçuşa geçiyorum belki bir düşü sahiplenmek
belki de düşüşe geçen o iri gövdeli yolcu uçağının ölüm seferindeki yolcularını
karşılamak adına.
Dün gömdüm kuzenlerimi aslında ben de
onlar tarafından çoktan gömülmüştüm.
İki kuzenim var anne tarafından, baba
tarafından kim ise canları cehenneme.
Bir ara karşı karşıya gelmiştim
sanırım yaşım yirmilerin ortasındaydı ve de ben hayallerimin ortasına
çöreklenmiş henüz böğrüme tekme yememişken.
Şikâyetim yok insanlardan yoksa –di’li
geçmiş mi kullanmalıydım belki de rivayet babında.
Gönül gözüm de kapalıydı o zamanlar
sadece yakın görme alanıma girenleri seviyordum ve aşklarımın dibine
mütemadiyen gübre ekiyordum.
Zor oluyordu o gübreyi bulmak ne de
olsa insanlık hala tenhalarda idi ve bu kadar da kirlenmemiş.
Ben pek mi kirliydim de
şartlanıyordum günün yirmi dört saati zaten kanatlarım da kuluçkadaydı ve
sadece şaibeli ayaklarımla uzun voltalar atıyordum.
İhanet neydi, dememin maliyeti ağır
oldu doğrusu. Parçalanmış hayatımda mali yatırımlar yapmakla iştigal olduğum
için parçaları değil de paracıklarımı kutsuyordu zaman ve banka denen tefeci
zihniyet.
Bir boyuttan hangisine geçmeliydim
ki?
Önce altınlarımı bozdurdum üstelik
özgür irademle yapmıştım bunu derken döviz alıp battım. Belli ki estetik
ameliyat olup şeklimin şemailimin değişme ihtimali bir sonraki bahara idi.
Sabahları uyanırdım ertesi sabaha
kadar da uyumazdım demek ki uyumak diye bir kavramla fazla içli dışlı
değilmişim.
Huzurlu ölüler bazen ziyaretime
geliyordu ve ardına bakmadan… kaçan yine o davetsiz misafirlerdi ne de olsa
ölülerden korkmazdım ben yaşını başını almış ölüleri de başında taşıyan.
Kıblem neresi miydi?
Annemin kucağı tabii ki.
Kuzey yıldızımı yeni kaybetmiştim.
Kaybedeceğim fazla bir şey yoktu o
aralar ne de olsa kendime haiz değildim ve kendim’in ne anlama denk düştüğünü
henüz keşfetmemiştim yine de bulduğumu sanıyordum oysaki kaybettiğim sadece
aklımın kaçkın mahiyeti ile ısrarla beni uyardığı kısa zaman dilimleri idi.
Dilimi eşek arısı soksa da ben hala
ağzım beş karış açık davet ediyordum tüm beyanlarını yürek minvalinde kutsanan
bir kalıp olarak kalmaya mecbur… sözüm ona varlığım; sözüm ona varlığımın
katsayısı; sözüm ona aşkla yoğrulan yüreklerin ne kadar da itibarlı olduğuna
dair varsayımlar yaptığım…
Öykünmek neydi ki?
Ölmekle içli dışlı olmuş gözüksem de
ben hiç ölmemiştim ve bilmezdim yaşayan insanların aşktan nasıl öldüğünü.
Derken baklayı ağzından çıkardı o
çatık kaşlı adam ve yanındaki küçük kıza tam da itiraf ederken nasıl da
ağzından kaçtığına… hayır, hayret filan etmemişti zaten küçük kız varlığından
bihaberdi nefsinin insanlarının özellikle de kendi nefsi.
Bir yarasa olmayı dilemeyen tek ben
de değildim üstelik.
İşe yarayacağını bilseydim ilk gün
saklanırdım mağarama. Teyakkuzda olduğum bir rahmet belki de yine sivri
beyanların henüz batmadığı…
Zafiyetlerdi yüreği küstüren iyi de
herkes mi zayıftı?
Yanımdaki XXL kadın, göbeğini hoplata
hoplata nasıl da gülüyordu:
‘’Acıyorum biliyor musun?’’
Acıkmış mıydı yoksa acımak nedir
bilir miydi de bana dönüp söylemişti bu tuhaf soru cümlesini?
‘’Çok mu?’’ dedim.
‘’Yemiyorsan bana ver. Zaten ufacık kızsın.
Nerene yiyeceksin bunca yemeği?’’
Masamda ne yemek vardı ne de…
‘’Uzat o salata tabağını.’’
Yeşil yaprakları az sonra indirecek
iken mideye kadın işveli bir kahkaha attı.
‘’Merak etme, şekerim. Sırrımızı kimseye
söylemem.’’
İki kişinin bildiği… iyi de ne o ne
de ben biliyordum üstelik sır saklamayı henüz başaramamışken üstüne üstük
sırlarımı henüz edinmemişken…
Hayret dolu yüzüm.
Kıvanç dolu yüreğim.
Özrüm.
Ben bir yarasa idim o günden sonra ve
ölülerle arası iyi olan.
Huzurlu bir ölü olmayı mademki
reddetmiştim…