Giriş:
Hayati Sarı yüksek lisans
için Kanada’ya gider. Toronto Üniversitesinde eğitimini başarıyla tamamladıktan
sonra uluslararası bir şirkette işe başlar. Şirkette tanıştığı Kanadalı bir
bayanla evlenir ve böylece Kanada’ya yerleşir.
Yıllar sonra köyünü
ziyarete gelir. Köydeki keyfi krallarda bile yoktur ama bu hal pek uzun sürmez.
Bir manzara karşısında perişan olur…
NOT: Zahide adındaki roman çalışmam öyküler olarak yayınlanmaktadır
--//--
Gürler köyü
Hayati uyandığında
kendisini çakı gibi hissediyordu; yorgunluktan hiç bir eser kalmamıştı. Üstelik
çok neşeli, keyifliydi ve kus gibi hafifti. Neden bu kadar keyifli olduğunu
düşünürken gece gördüğü rüyayı aklına geldi ama neyi veya kimi gördüğünü
hatırlayamadı. Biraz zorladı, faydası olmadı. Hatırlayamadığı rüyanın sanki
etkisindeydi, keyfinin sebebi sanki görmüş olduğu rüya idi. Hayati, bazen
gördüğü güzel bir rüyanın bir kaç gün tesirinden kurtulamazdı. “Daha sonra
aklıma gelir!” diyerek yataktan kalktı. Daralmamış
olsa, yataktan kalkmayıp şekerleme yapacaktı ama çok daralmıştı. Mecburen
kalktı, üzerini giyip salona geçti.
Salona girdiğinde genç bir
kız telefonla meşguldü, birinin odaya girdiğini bile fark etmedi.
-Günaydın?
-Amca! Kalktın mı?
Günaydın!
Hayati, kendisine amca
diyen kıza bakıp kaldı. O kadar şaşırdı
ki, ne yapacağını bilemedi. Bir an: “abla! ”diyerek boynuna sarılmak istedi ama
karşısında duran kızın ablası olmadığını biliyordu. Yeğeni sanki Hacer ablasıydı, bir kişi bu
kadar mı ablasına benzerdi!
Yeğeni, kendine bakıp
kalan amcasına şaşırmıştı. Amcasının kendisini tanıyamamış olabileceğini
düşündü.
-Hayati amca, hoş geldin!
Nasılsın, iyi misin? Beni tanıyamadın mı yoksa? Ben yeğenin Fadime!
-Hoş bulduk Fadime,
tanımaz olur muyum hiç! İyiyim sen nasılsın? Ne kadar büyümüşsün, maşallah
maşallah! Tıpkı Hacer halan gibi olmuşsun, o gitmiş sen gelmişsin sanki! Bir an
çok şaşırdım valla.
-Ben de iyiyim amca.
Herkes aynısını diyor. Hacer halayı hayal meyal hatırlıyorum. Allah rahmet
eylesin, genç yaşta gitmiş.
-Âmin, gencecik yaşta
kansere yenik düştü ablam. Neyse, ben lavaboya gideyim, sonra konuşuruz Fadime.
-Tuvalet koridorun
sonunda, sol tarafta.
Hayati, tuvaletin ala
franga olmasına daha sonra her tarafın fayansla kaplı olmasını beklemiyordu, şaşırdı
kaldı. Tuvaletten çıktıktan sonra elini lavaboda yıkarken hem sıcak hem de soğuk
su vardı. Elini sabunla yıkadıktan yüzünü de soğuk su ile iyice yıkadı. Sonra
aynada yüzüne baktı; “bugün tıraş olmasam da olur” diye mırıldandı. Gözünün altı hafif kararmış gördü; “kesin
yolda iyi uyuyamadığındandır, bir iki gün sonra bir şey kalmaz!” Yüzüne
dikkatlice bakınca yüzündeki buruşuklukları da fark etti. “Daha fazla aynaya bakmayım, daha neler
görürüm neler!” diyerek hemen elini ve yüzünü silip çıktı.
Hayati, salona geri
geldiğinde yeğeni mutfaktan kendini kahvaltıya çağırdı. Mutfağa girdi, masa
yine donatılmıştı. Masada neler yoktu ki; kızartmalar, börekler, siyah ve yeşil
zeytin, beyaz ve tuluk peynir, çörek, poğaça, pekmez, bal, koyun yağı, yumurta,
reçel, domates, salatalık, yeşil soğan ve ekşi otu. Çay da demlenmiş, kendisini
bekliyordu.
Böylesi zengin kahvaltıya
yıllardır değil yurtdışında, Ankara’da kaldığı yıllar bile hasret kalmıştı. Her
şey gerçekten doğal ve tazeydi. Büyük şehirlerde köy kahvaltısı diye insanların
kandırılmalarından nefret ederdi. Sözde köy kahvaltısının gerçek köy
kahvaltısıyla uzaktan bile alakası olmadığı gibi normal bir kahvaltıdan en az
iki üç kat pahalıydı.
-Abimle yengem neredeler?
-Babam kasabaya
gitti, ahırdaki mallara yem ve ilaç
alacak. Annem, ninemin yanında. Ninem çok hasta, annem ve teyzelerim yanında
duruyorlar.
-Geçmiş olsun, nesi var
ninenin?
-Yaşlılık işte, yerinden
bile kalkamıyor. Amca, yurtdışındaki kahvaltılar gibi değildir kusura bakma.
-Amcam, kahvaltının
güzelliğini seyrediyorum. İlk önce gözümü sonra da karnımı doyuracağım. Samimi
söylüyorum, yurt dışındaki kahvaltıların yanında şu kahvaltı var ya kral
ziyafeti. Ben bu kahvaltıya bırak yurt dışında Ankara’da bile hasrettim. Şu
bolluğa bak, şu tazeliğe bak, şu doğallığa bak. Masadakilerin belki de hepsi bu
köyden, hepsini kendiniz yetiştirip veya hazırlayıp yaptınız. Daha ne olsun ki
amcam. Asıl siz kusura kalmayın, yük oluyorum size.
-Estağfurullah amca, ne
demek yük oluyorum. Başımızın üzerinde yerin var. Burası senin de evin. Sahi,
siz oralarda neyle kahvaltı yaparsınız amca?
-Çoğu insan hafta ortası
hiç kahvaltı yapmaz, yapanlarda ya bir dilim peynir ekmek ya da bisküvi ya da
bir muz filan yerler. Hepsi o kadar.
-Aa, hiç kahvaltı yapmadan
olur mu? Acıkmaz mı onlar? Ben oraları çok zengin bilirdim hâlbuki!
-Fakir değiller ama
kahvaltı kültürü gelişmemiş. Üstelik zamanla yarışırlar, herkes sanki koşarak
yaşar. Ona da yaşamak denirse tabi ki.
-Amca gözün doyduysa,
buyur! Ha, ha, ha! Soğuyunca peki tadı kalmaz bunların.
Hayati, ne yiyeceğini
şaşırmıştı. En iyisi tuluk peynirli dürüm yemekti. Dünyanın hiç bir yerinde
bulamayacağı bir tadı vardı Gürler’in tuluk peynirnin.
-Fadime, tuluk peyniriyle
dürüm yapacağım da, kuru soğan var mı?
-Olmaz olur mu? Amca halen
köylüsün ha, ha, ha!
Fadime kuru soğanı ince
ince doğrayıp küçük bir tabağa koydu. Dolaptan zeytinyağı da getirdi. Tuluk
peynirinin üzerine bir tutam çörek otu attıktan sonra soğan ve zeytinyağıyla
karıştırdı. Çöreği biraz ısıttıktan
sonra tuluk peynir ile dürüm yapıp amcasına verdi.
Hayati ömründe bu kadar leziz
dürüm yememişti. En kral kebap bu dürüm karşısında aciz kalırdı.
-Amca bir dürüm daha
yapayım ama karnını dürümle doyurma. Başkalarına da yer kalsın.
-Kız Fadime, biliyor musun
seninle evlenecek olan oğlan bence dünyanın en şanslı adamı. Bu kadar anlayışla
seninle mutlu olmasında ne yapsın! Bu ara, talibin filan var mı?
-Allah iyiliğini versin
amca ya. Unuttun mu, ben üç aydır
nişanlıyım!
-Tabi ya, fotoğraf
göndermiştin! Yeğen yaşlandım galiba! Düğün ne zaman?
-Daha konuşmadık, herhalde
yılbaşından önce olur. Kemal’in dayısı da Avrupa’da imiş, galiba Almanya. Sen
hangi ülkedesin amca?
-Ben Kanada’dayım Fadime,
keşke Almanya’da olsaydım. Nişanına filan gelirdim, Almanya uçakla bir kaç
saatlik uzaklıkta. Kanada öyle mi, en az 24 saatimi aldı. Üstelik biletler
aşırı pahalı.
-Kanada’da mısın? Desene,
dünyanın öbür ucu! Dönmeyi düşünüyor musun amca?
-Meryem yengen Kanadalı,
biraz zor alışır buralara. Bir tatile getirebilsem, belki fikir değiştirir.
Antalya’da çok sayıda yerleşmiş kalmış Alman, Hollandalı filan varmış. Zaten
Meryem aslen Hollandalı imiş, orada halen akrabaları varmış ama irtibat
kalmamış.
-Amca, okuduğunu, yüksek
tahsilli olduğunu bilmiyorum ama ne okudun ne iş yapıyorsun halen
bilmiyorum.
-Amcam ben Ankara’da
biyoloji okudum. Beş yıl üniversitede çalıştım. Kanada’da eğitim imkân bulunca
oraya gittim. Daha yüksek seviyede tahsil gördüm. Kanada’daki bir şirkette
çalışıyorum. Biyoloji dalında yüksek mühendisim. İşim, bitkiler üzerinde
araştırma yapmaktır. Mesela ağaçlardan daha fazla nasıl meyve alınır gibi
şeyleri araştırıyoruz.
-Mesleğin çok güzelmiş
amca. Tam bizim buralara lazım olan bir şey yani, keşke burada
çalışabilseydin. Yengemde mi mühendis?
-Hayır, yengen şirketin
avukatı idi. Şirket beni işe aldıktan sonra devletten oturum izni alması
gerekiyordu. Benim oturum için uğraşırken tanıştık. Tanıştıktan 6 ay sonra
evlendik. Eve yakın bir şirkette çalışıyor şimdi.
-Ya ben yengemin kendini
göremedim ama fotoğrafını da göremedim. Telefonunda fotoğrafı var mı?
-Var, sana göndereyim.
Numaranı ver.
Fadime telefonuna gelen
fotoğraflara bakarken Hayati kahvaltıya devam etti. Bir an Toronto’daki hayatı
aklına geldi. Saray gibi büyük bir evde yaşıyordu, tüm eşyaları birinci sınıf
kalitedeydi. Mesela yatak odası köydeki evin bütünü kadar genişti. Yatağı bel
ağrısı olanlar için özel yapılmış ortopedik idi. Yatak odasına bile
havalandırma yaptırmıştı. Buna rağmen
sabah kalktığında uykusunu alamamış ve oldukça yorgun olurdu. Sabahları hiç
iştahı olmazdı, üstelik olabildiğince vücudunu hantal hissederdi. Sanki
sırtında koca çuval varmış gibiydi. Acele
üstünü giyinip arabayla hızla işe giderdi. Evden biraz geç çıksa eğer, işe yoğun trafikten dolayı çok geç kalırdı.
Bir kaç defa geç kaldığından dolayı ihtar almıştı.
Kahvaltı mı? Hafta ortası
hiç yapmazdı, araba sürerken bisküvi veya kekle idare ederdi. Eşi Meryem de kahvaltı nedir bilmezdi. Meryem disiplinli olduğundan erken
kalkabilirdi, işe geç kalma sorunu yoktu. Zaten yeni şirket eve çok yakındı,
trafik yoğun olsa bile gerektiğinde yürüyerek bile gidilecek mesafedeydi. Hava
güzel olduğunda Meryem sabah spor olsun diye şirkete yürüyerek giderdi.
Sadece hafta sonu kahvaltı
yapardı. Uykusunu alıp kalktıktan sonra kahvaltıyı kendisi hazırlardı. İlk önce hiç üşenmeden 50 km ötedeki bir
şehirde bulunan Türk fırına gidip simit, poğaça, börek ve pide alırdı. Derin dondurucudan sucuk veya pastırma
çıkartıp yumurta ile pişirirdi. Ayrıca melemen de yapmayı ihmal etmezdi. Bazen
patates, biber, kabak ve bulabilirse patlıcan kızartması yapardı. Bir de Türk
çayı demledi mi, kahvaltı yaptığının farkına varırdı. Kanadalı eşi Meryem’e kalsa: masada yumurta,
reçel, peynir, yağ, bal ve çikolatadan başka bir şey olmazdı. Hayatinin özene
özene hazırladığı kahvaltıya ise bayılırdı.
-Amca, Meryem yengem de
çok güzelmiş yani! Zaten güzel olmasaydı kesin evlenmezdin ha ha ha!
Hayati Toronto’daki
düşüncelerden sıyrılıp tekrar Gürler’e geldi.
Yeğenine cevap vermeden
önce, Fadime’nin ne kadar şen ve çok güldüğünü düşündü. Her şeye kahkaha ata ata gülüyordu. Merhum
ablasını düşündü, “acaba ablamda Fadime gibi her şeye güler miydi? “ Pek
hatırlayamadı, galiba o pek gülmezdi. Kahkaha attığına hiç şahit olmamıştı.
Fadime’nin gülme huyu yengesinden olmalıydı. Ne olursa olsun, yeğenin bu kadar
neşeli olmasına sevindi, keşke kendi de bu kadar neşeli olabilseydi.
-Çok çirkin olsa yine de
evlenirdim amcam. Meryem çok iyi bir insan. İnsanlık olmazsa, güzelliğin hiç
bir işe yaramadığını yaşayarak öğrendim.
Hayati duygulandı, yıllardır ilk kez isim vermeden de olsa Şebnem’den bahsediyordu. Şebnem ilk eşiydi, 2 yıl evli kalmışlardı. Evliliğin en fazla bir ayını mutlu, mesut olarak yaşayabilmişti. Şebnem hiç bir şeyden hoşnut olmayan biriydi ve sorun sanki başkasındaymış gibi davranıyordu. Kabahat hep başkalarının idi, kendisi her zaman haklıydı. Evin içindeki dengesizliklerine katlanabiliyordu ama başkalarının yanında küçük düşürmeye çalışması sinirlerini allak bullak ediyordu. Neden başkalarının yanında kendisini terslediğini, azarladığını veya şaka yollu da olsa küçümsediğini sorduğunda hiç bir zaman hatasını kabullenmezdi. Israrla yanlışlarını savunurdu. Her şeye rağmen bir yuvanın yıkılmaması için çok uğraştı; sorunlar azalmak yerine büyüdükçe büyüyordu. Bir gün sabrının tükenip elinden kaza çıkacağından korkunca, ceketini alıp evi terk etti. Ertesi günü avukat tutup boşanma davası açtırdı. Aradan onca yıl geçti halen Şebnem’in neden kendisiyle evlendiğini anlayamadı.
Üniversiteyi bitirmiş, işe
girmiş kendi halinde bir apartmanda yaşayıp gidiyordu. O günler halen evliliği düşünmüyordu.
Annesi, babası ve yengeleri: “evlen de evlen!” diye baskı yaptıkça evlilikten kaçıyordu.
Şebnem tam karşısındaki
dairede annesiyle beraber kalıyordu. Eski kaynanası bir kaç kez ampul takması
için Hayati’den yardım istemişti. Börek yapınca Hayati’ye de gönderirdi. Komşuluk
ilişkileri sayesinde Şebnem ile tanışmıştı. İki yıla yakın nişanlılık dönemi yaşamıştı.
Bir kaç kez nişan bozulmuştu ama kaynanası her defasında aralarını bulmuştu.
Eski kaynanası çok iyi biriydi; tatlı dilli, anlayışlı ve de yapıcıydı. Kızı
evlendikten sonra memleketi olan Edirne’ye dönmüştü. Sahi Şebnem neden
kendisiyle evlenmişti?
-Amca yine daldın ama ilk
evliğinden bahsediyorsun, ben anladım. İşin açığı, Şebnem’e hiç içim ısınmamıştı.
Çok kibirli, kendini beğenmiş bir hali vardı. Ayrıldığınızı duyduğumda hiç şaşırmadım.
-Şebnem’in kendini
beğendiğinin farkındaydım ama kibrinin hayatımı berbat edebileceğini hiç
düşünememiştim. Gülü seven dikenine katlanır diye düşünmüştüm, idare edebilirim
sanmıştım. Çok sabrettim ama olmadı. Halen anlamadığım benim evlilik teklifimi
neden kabul ettiği, sahi neden benimle evlendi?
-Amca, kusura bakma ama
bazen çok safsın valla! Neden olacak sandın, onun gibi kaprisli, sorunlu birine
senden başka kim katılabilirdi ki? Başka biri zaten onunla evlenmezdi de,
evlense bile bir kaç aya kalmaz kaçar giderdi. Sen yıllarca iyi dayandın valla!
-Hahaha! Haklısın, halen
saf biriyim. Sende maşallah cin gibisin, leb denmeden leblebiyi anlıyorsun.
Doğru, benim saflığımdan yararlanmak istedi ama saflıkta bir yere kadar. Zaten
onun yüzünden Kanada’ya gittim, iyi mi yaptım kötü mü bilemiyorum.
-Sağlık olsun amca, senin
kaderinde de Kanada’da yaşamak, Meryem yenge ile evlenmek varmış. Canını sıkma
sen.
Sohbet ederken koca demlik
çayı içti. Çay içerlerken mutfağa küçük bir çocuk geldi. 10 yaşlarında tombul,
çekingen biriydi. İçeride yabancı birini
görünce bir an ne yapacağını bilemedi. Mutfaktan çıkarken:
-Rıza! Hayati amcanı
tanıyamadın mı? Hadi amcana hoş geldin de bakalım!
Hayati, en küçük yeğenini
hatırlayamadı. En son gördüğünde 4 yaşlarında cıvıl cıvıl tatlı biriydi.
-Sen ne kadar değişmişsin
Rıza! Kocaman adam olmuşsun, maşallah maşallah!
-Hoş geldin amca!
-Hoş bulduk amcam, gel
yanıma otur. Amca yeğen çay içelim.
-Ben çay içmem ki
-Ne içersin peki?
-Kola
-Tamam, birazdan
kahvehaneye gidelim ben sana kola ısmarlayım. Nasılsın, derslerin nasıl? Sınıfı
geçtin mi?
-Geçtim
-Çok güzel, büyüyünce ne
olacaksın?
-Bilmem!
Hayati, küçük yeğeni ile
sohbete başladı. Çocuk çok çekingendi, bir türlü açılamıyordu. Fadime sofrayı
kaldırırken, Rıza’ya harçlık verdi.
Araba, futbol, müzik, okumak ve benzeri konularda konuşmaya çalıştı ama
hiç faydası olmadı. Rıza kısa az ve öz cevap veriyordu. Arabası olsa, yeğenini bindirip gezdirirdi.
Kasabaya gidip pastanede beraber tatlı yemeye giderlerdi. Abisinin arabasını
alabilirse, belki bir kaç gün sonra yeğenini gezmeye götürürdü. Amcasıyla beraber kasabaya gitmek Rıza’nın
da kesin çok hoşuna giderdi. Antalya havalından araba kiralamadığına pişman
oldu. Hiç unutamıyordu, galiba 8 veya 9
yaşındaydı. Salih dayısı köye gezmeye gelmişti. Arabasına bindirip kasabada
dondurma yemeye götürmüştü.
Fadime ev işlerine
dalmıştı, Rıza ise kendisine gösterdiği aşırı ilgiden galiba rahatsız oluyordu.
Biraz dışarı çıkıp köyde gezmek istiyordu.
-Amca, dışarı mı
gidiyorsun?
-Evet, Fadime, dışarıdan
istediğin bir şey var mı?
-Sağ ol amca, yok.
Hayati havluya çıktı.
Çevreyi seyrediyordu; ahırın ikinci katı yine dikkatini çekti. Ömründe hiç iki
katlı ahir görmemişti, aslında duymamıştı bile. Ahıra girip bakmak istedi, üstü
batacağından vaz geçti. Abisini görünce sormaya karar verdi. İlk önce mini bahçeye gitti; küçük boyda elma,
erik, kiraz ve kayısı ağaçları vardı. Kiraz mevsimi geçtiğinden ağaçlarda hiç
kiraz yoktu. Elmalar halen hamdı ama kayısının tam zamanıydı. Bir kayısı
koparıp yedi. Sahi böylesine güzel kayısıyı en son ne zaman yemişti, 10 yıl
önce miydi? Pek hatırlayamadı. Kayısı tam damak zevkine uygundu; küçük şeftali
iriliğindeydi ve şekerpare gibi çok şekerli değildi.
Bahçeden geçip
yeşilliklere geldi; neler yoktu ki? Köy domatesi, biber, salatalık, acur,
kelek, patlıcan, kabak ve lahana. Küçücük, taze yani tam anlamıyla çiçeği
burnunda, çıtır çıtır bir salatalık kopardı, tam yiyeceği sıra birisinin
bağırmasından irkildi.
-Yemeee!
Karşıya baktığında birisi
kendine koşarak geliyordu. Ne kadar sinir varsa beynine sıçradı. Evin çobanı
veya marabası küçük bir salatalık yemesine karışıyordu, bu ne cüretti böyle!
-Ağam, avarları daha sabah ilaçladım. Hastalık varmış, en ağır ilacı
kullandım. Yıkayınca yiyin, yoksa
dokanır. Bu ara hoş geldiniz.
-Hoş bulduk!
-Hayati abi sizsiniz
galiba. Ağa sizden bahsetmişti. İsterseniz, yemek istediklerinizi toplayın ben
yıkarım.
-Evet, Hayati benim. Gerek
yok, kendim yıkarım. Bu köyden misin?
-Hayır ağam, ben Kuşçular
köyündenim.
-Adın ne senin?
-Hulusi
Siniri yatışmıştı.
Bahçedeki çeşmeye doğru salatalığı yıkamaya giderken yine iki katlı ahır gözüne
battı.
-Hulusi, ikinci kat ahırda
ne var?
-Ağam orası samanlık. Su
deposu da yukarıda. Diğer fazladan ne kadar eşya varsa hepsi yukarıda.
-Su deposu mu, nasıl yani?
-Hayvanların suyu o depoda
durur. Kışın çok soğuk olduğunda depodaki suyu ısıtırız. Çok soğuk su hayvanlara
zararmış. Ben de pek anlamam. Bazen suya ilaç filan da katarız.
-Arkadaki samanlık ve onun
dibindeki çardak ne oldu?
-Oralarda ahır şimdi. Eski
ahırda inek yenisinde ise etlik hayvan besleniyor.
-Hım, dün gece burnumun
direğini kıracak kadar kötü kokuların nerden geldiği anlaşıldı.
Hayati tekrar gelip
yeşilliğe daldı; domates, salatalık, kelek ve bir de acur kopardı. Hulusi hemen
elinden alıp yıkamaya götürdü. Az sonra küçük bir alüminyum tabağın içinde
yıkadığı sebzeleri ve yanında küçük bir bıçak getirdi. Diğer elinde de tuzluk
vardı.
-Hulusi, çok sağ ol. Gel
beraber yiyelim.
-Ağam, benim işim çok, size
afiyet şeker olsun.
Hayati ne düşüneceğini
şaşırdı, az önce sinirlenip bağırıp çağırmayı düşündüğü adama hayran kaldı.
Sırf patronunun kardeşi diye, misafir diye, belki de okumuş biri diye ne kadar
saygı gösteriyor, ne kadar hürmet ediyordu. “Keşke herkes Hulusi kadar
anlayışlı, insanlıktı olabilseydi !” diye düşündü.
Yeşillikleri dilimledi, az
da tuzladı, tadını çıkara çıkara bir güzel yedi. Tabağı bıçağı ve tuzluğu
nereye koyacağını bilemedi.
-Hulusi, tabağını nereye
bırakayım?
-Ağam, yanına bırakıver
ben sonra alırım.
-Kolay gelsin Hulusi, ben
dışarı gezmeye gidiyorum.
Köye en son geldiğinde
diğer abileri ve yeğenleri halen Gürler’de idiler. Birer gün abilerinde
kalmıştı; en çok Bekir abisinin evinde rahat etmişti. Bekir abisi evin en
büyüğü olduğundan abi değil sanki bir baba gibi davranır. Yengesi Şaziye’de çok
iyi davranır. Diğer abileri her şeyi evin en büyüğü olan Bekir’e bırakıp
kasabaya göçmüşler. Bekir abisi de olmasa köyde kalacağı aslında kimse yoktu.
Amcasının çocukları veya Tosunlar sülalesine mensup çok sayıda aile vardı ama
onlarla evlerinde kalacak kadar da samimi değildi. İlkokulu bitirdikten sonra
okumak için köyden ayrılmış olduğundan akrabaları ile bağları zayıftı.
Yavaş yavaş köyün
sokaklarında geziyordu. Bir yandan da köyünü düşünüyordu, geçenlerde internet
sitesinde köyünü tanıtan yazı aklına geldi:
Gürler, Torosların eteklerinde 4 asır önce Sarıkeçili Yörükler
tarafından kurulmuş şirin bir köydür. Köyün az yukarısında dağdan çıkan İncesu
’yun çıkardığı gür sesten dolayı köye Gürler dendiği tahmin edilir. Köyde,
Akdeniz iklimi hâkimdir. Her tarafın yeşillik olduğu köy yüksek rakımda
olmasından bayağı serindir. Gürler dağ
köyünde fazla işlenebilecek toprak yoktur. Köylüler geçimini hayvancılık, meyve
ve sebzecilik veya arıcılıkla sağlarlar.
400 hane bulunan bu büyük köyde Yörükler, Avşarlar ve Çerkezler yaşar.
Çoğunluk Yörük’tür, daha sonra Avşar’dır.
Çerkezler ise sadece 15 haneden ibarettir ve köye 70 yıl önce devlet
tarafından yerleştirilmişlerdir. Erzurum’daki depremde Çerkez köyü yaşanmaz
hale gelince devlet bunları Gürler’e yerleştirmiştir.
Yörükler ağırlıklı olarak büyük baş hayvan beslerler; her
evde en az 10 inek bulunur. Kasabadaki mandıra, kullandığı sütü sadece Gürler
köyünden alır. Ayrıca, et için de sığır beslenir. Köyde koyun ve keçi de beslenir. Kurban bayramından önce küçükbaş hayvanların
çoğu satılır.
Avşarlar ise kiraz, kayısı, erik, zeytin veya badem yetiştirirler.
Meyvelerin yanı sıra domates, biber, patlıcan, kabak, salatalık, yeşil fasulye
ve bamya yetiştirilir. Bu köyde yetişen sebzelerin pazara götürülmeleri
gerekmez. Gübresiz yetiştirilen sebzeleri, kasabadan hatta şehirden gelip
alırlar. Avşarlar en çok kuru bamyadan para kazanırlar. Çerkezler köye en son geldiklerinden dolayı
hayvancılık veya bahçıvanlık yapacak kadar arazileri yoktur. Yörüklerin ahırdaki
hayvanlarına bakarlar, koyun veya keçileri güderler veya Avşarların bahçelerinde
çalışırlar. Son zamanlarda arıcığa başlamışlardır.
Gürler’de köylüler bir karış toprağı dahi iyi
değerlendirirler, herkes evinin önünde sebze veya meyve yetiştirir. Bu köyde başkasından veya pazardan sebze veya
yumurta satın almak çok ayıplanır; herkes en azından kendine yetecek kadar
evinin önünde sebze yetiştirir, kümeste
en azından üç beş tavuk bulundurur.
Herkes işinde gücündedir, bu yüzden halk oldukça zengindir. Okumak
isteyenler şehre gidip okurlar, kalanlar ise köyde çalışırlar. Her evin önünde
en azından birer büyük vasıta vardır.
Yörükler, Avşarlar veya Çerkezler arasında rekabet
yoktur, zaten ne Avşarların ne de Çerkezlerin Yörüklerle rekabet etmeye gücü
yetmez. Köyün yarıdan fazlası Yörüklerden oluşur. Üstelik Yörükler ağırbaşlı, geçim ehli,
çalışkan insanlardır. Köyde kavga, gürültü, patırtı pek olmaz. Köylülerin şimdiye kadar hiç mahkemeye
yolları düşmemiştir, ufak tefek sorunları köyün muhtarı ve encümen azaları
çözerler.
Yörükler, 10 ayrı sülaleden oluşur. Tosunlar sülalesi en
kalabalık, en zengin ve en köklü olanıdır. Tosunlardan çok sayıda yüksek
tahsilli kişi vardır; doktor, avukat, öğretmen, okul müdürü vesaire. Ticari
kabiliyeti olanlar şehirde sayılı esnaf olmuşladır. Ayrıca, Tosunlar çevre köylülerin de itibar
ettikleri, güvendikleri insanlardır. Bu
yüzden köydeki muhtarlar hep Tosunlardan seçilir.
Köyde 4 ayrı Avşar sülalesi vardır. Yörüklerle daha
doğrusu Tosunlarla kaynaşmış olan, çok sayıda kız alıp vermiş olanı Metin’lerdir.
Zengin bir sülaleyle hısımlıktan dolayı Metin’ler Avşarların içinde en zengin
olanlarıdır. Sadece Metinlerden şehre gidip okumuş Avşar vardır; 3 öğretmen,
iki polis bir de tapucu vardır.
Hayati köy meydanına
gelinceye kadar bir kaç küçük çocuk harici kimseyle karşılaşmadı: “herkes
işinde gücündedir!” diye düşündü. Karşılaştığı çocukların çoğu kendisine dik
dik baktılar. Bir kaçına kimin oğlu olduğunu sordu, çoğunun babasını bile
tanıyamadı. Kendisinden çok küçük kişilerin çocuklarıydı bunlar veya köye yeni
yerleşmiş kişilerdi.
Köyün ne kadar değiştiğini
gördü, evlerin hepsinin çatısı kiremittendi. Üstelik her evin çatısında en az
iki çanak anten vardı. Kapılar da hep yenilenmiş, eskisi gibi hiç tahta kapı
yoktu. Hepsi büyük demir kapı idi. Bazı evlerin önünde ikişer araba vardı, biri
eski model diğeri ise lüks ve büyük arabalardı. Eski model, kesin iş için
kullanılıyor diğeri ise özel olmalıydı. Koca köyde bir kaç kerpiç ev vardı,
diğerlerinin hepsi betonarmeydi. Betonarme evlerin nerdeyse hepsi de iki veya üç
katlıydı. Bu evlerde bulunan eşyalarında ne kadar modernleşmiş olabileceğini dün
akşam abisinin evinde görmüştü. Köy, köylükten çıkmış şehir standardındaydı.
Köy meydanına geldi ve
kahvehaneye giderken başka bir kahvehanenin de olduğu dikkatini çekti. Eski
kahvehane kapalıydı, yenisine gitti. Yeni kahvehanede bir kaç yaşlı oturuyordu.
Selam verip yanlarına gitti, hepsi de Avşar’dı.
Avşarlara kendini tanıttı
fakat eskiden olduğu gibi pek ilgi göremedi. Hâlbuki eskiden köyün medarı
iftiharlarından görüldüğü için çok ilgi görürdü. Hemen çay, kahve veya soğukluk
ısmarlanırdı. Kendi ısmarladıklarından katiyen para alınmazdı. Garsona doğru
baktı, garson görmezlikten geldi. Gidip çay ısmarlamak istedi, çaycı henüz
çayın demlenmediği söyledi. Kahve veya oralet
istedi ama suyun ısınmadığı gibi abuk subuk şeyler duydu. Çok rahatsız oldu, kendisine
yapılan tavrın nedenini yaşlılara sormak istedi. Moralini daha fazla bozmak
istemedi, bir şey demeden kahvehaneden çıktı.
Meydandaki küçük parkı
gördü, burada bir kaç bank vardı. Gidip bankın birine oturdu. Birazdan eski
kahvehane açılırdı; o zaman kahvehanede oturup bir şeyler içerdi. Ayrıca,
kahvehaneye gelenlerle muhabbet ederdi. Avşarların davranışını düşünmemeye
çalışsa da bir türlü aklından atamıyordu. Daha içeri girerken kendisini nasıl
süzdükleri, daha sonra sorgularca bakışla: “senin ne işin var burada?”
dercesine baktıkları, “hadi artık çık git!” dercesine sergiledikleri tavırlar
gözünün önünden geçiyordu. Kalkıp hesap sormamak için kendini zor tutuyordu.
Kimseye bir zararı olmamıştı, itici davranışı hak etmemişti. Sahi neden
kendisine bu kadar kötü davranılmıştı ki? Bunca uzak yoldan gelip ayağının
tozuyla dengesiz insanlarla muhatap olmak istemedi, bir kaç günün tadını
çıkarmaya karar verdi. Güneş gözlüğünü takıp güneşlemeye başladı. Hem
güneşliyor hem de köydeki eski günlerini hatırlamaya çalışıyordu.
-Hoş geldin beyim!
O kadar düşüncelere
dalmıştı ki, yanına birisinin yaklaştığını bile fark edememişti. Cevap vermeden
önce kendisine hoş geldin diyen kişiye baktı. Hemen tanıdı, Tosun Zeki! Zeki, kendinden bir kaç yaş büyüktü yani
akranı sayılırdı. Yıldızları
barışmadığından hiç arkadaş olmamışlardı, hâlbuki Hayati ile aynı sülaleye
mensuptu. Tosun Zeki’nin bayağı
yaşlanmış, saçlarının ağarmış olduğunu gördü. Kendine olan fazla güven halen
yerli yerindeydi. Az ilerideki çok lüks ve büyük aracı görünce Tosun Zeki’deki
havanın nedeni anlaşılmıştı. Havadan çok resmiyetten rahatsız olmuştu.
-Hoş bulduk!
-Efendim, nerden
geliyorsunuz?
Ya dalga geçiyordu ya da
tanıyamamıştı. Hayati’nin aklına muziplik yapmak geldi, Zeki’yi bir güzel işletecekti.
Az da olsa morali düzelebilirdi belki.
-Ankara’dan geldim.
-Ankara’dan mi? Şey,
müfettiş misiniz?
-Hayır, müfettiş değilim.
Gezmeye geldim.
-Köyümüzü beğendiniz mi?
-Henüz gezmedim, bir
fikrim yok.
-Efendim isterseniz ben arabamla
köyü gezdirebilirim, şu ileride duran araba benim. Kalacak yeriniz yoksa eğer
misafirim olabilirsiniz. Sizi ağırlamak benim için şereftir efendim!
-Köyün muhtarı benimle
ilgilenecek, teşekkür ederim.
-Efendim, köyümüze teşrif
sebebinizi öğrenebilir miyim?
Tosun Zeki, kibarlaştıkça
kibarlaşıyordu. Hayati daha fazla dayanamadı, güneş gözlüğünü çıkardı.
-Tosun Zeki, çok incelme
kopacaksın ha ha ha!
-Hayati! Allah iyiliğini
versin! Ha ha ha ha! Bu ses, bu sima tanıdık dedim içimden ama senin
olabileceğin hiç aklıma gelmedi. Nasıl da işlettin beni ya! Tekrar hoş geldin,
nasılsın iyi misin?
-Tekrar hoş bulduk efendim
ha ha ha! Sabah sabah beni güldürdün, ama ilaç gibi geldi.
-Gel bizim kahvehaneye
gidelim, bir şeyler içelim. Nasıl kahvaltı filan yaptın mı?
-Zekiiii, bak gücendim
şimdi! Abim, yengem, yeğenim beni aç dışarı gönderirler mi hiç?
-Dil alışkanlığı, kusura
bakma. Tabi ki göndermezler, ne de olsa Tosunlar sülalesiyiz biz!
Kahvehane yeni açılmış,
çay demleniyordu. Kapıya yakın bir yerdeki masaya oturdular, muhabbete daldılar.
Köyde öleni, kalanı, göçeni, geleni filan sordu. Yaşlılardan bayağı ölen olmuş,
hatta akranlarından bile bir kaç kişi ya trafik kazasından ya da hastalıktan
ömürlük olmuşlar. Çok sevdiği arkadaşı,
Veli Kamış ’ta ölmüş. Veli’nin çok iyiliğini görmüştü, çok dürüst, düzgün
biriydi. Yarın taziyeye gitmeyi teklif etti ama aradan neredeyse 5 yıl geçmiş
olduğundan Zeki uygun görmedi. Mezarını ziyaret edecekti.
Köyden abileri harici pek
göçen olmamış, sadece Tosun Memed göçmüş. Sebebini sorduğunda Zeki, abisinin
neden göçtüğünü anlatmak istemedi. İstememekten ziyade, rahatsız bile oldu.
Gürler’e 5 Çerkez ailenin daha yerleştiğini öğrendi.
Kahvenin açıldığını gören
yaşlılar geliyorlardı. Kedisini tanıyanda tanımayan da gelip hoş geldin
diyordu. Çok geçmeden çevresinde en az 10 kişi vardı. Hangi biriyle
konuşacağını şaşırdı.
-Hayati, yeğenim Alamanya nasıl
iyi mi? Beni de bir götür, göreyim oraları ya!
-Emmi, ben Kanada’dayım.
-Nasıl oradaki hayat,
buradan çok çok iyidir kesin! Biz buralarda görüyorsun işte hep sürünüyoruz!
-Emmi, yılanlarla,
solucanlar sürünür. Biz insanlar yürürüz hahahaha!
-Hahahaha!
-Şaka bir tarafa, ben köyü
az önce biraz gezdim ve gördüm. Köyün durumu çok iyi, halimize şükredelim!
-Siz Almancıların tuzu
kuru, dıştan konuşması kolay! Gel de bir de burada yaşa bakalım.
-Ya emmi ne alakası var Alamanlcılıkla filan! Ahırda mal dolu,
evin önünde en az iki araba, çatıda iki çanak anten, betonarme ikişer üçer
katlı lüks evde yaşayacaksın sonra kalkmış sürünüyoruz diyeceksin! Pes doğrusu!
Ensen şişmiş gitmiş aynaya bakarken de
mi görmüyorsun! Açlıktan mı yani o kalın ense! Üstünde kat kat İngiliz kumaştan
dikilmiş elbise var. Ne yani, fakirlikten mi İngiliz kumaşı filan giyiyorsun. Başındaki
Demirel kasketinden utan bir ya!
-Almancı, niye kızıyorsun!
Çalışıyoruz da ensemiz kalın!
-Ne olmuş çalışıyorsan? Sana mal mülk gökten mi yağacaktı? Tabi ki çalışacaksın!
Yattığı yerden kim zengin olmuş?
-Almanlar! Onlar hiç çalışmazmış,
her şeyleri bolmuş!
-Sen Almanya’ya git te bir
gör onlar nasıl çalışırlarmış! Bir haftaya kalmaz kaçar gelirsin buraya! Sana
kim anlatmışsa Almanya’yı, seni iyi işletmiş! Alamanya muhabbetini kapatalım artık,
gerildim!
- Hayati, haklısın
dışarıdan Gürler köyünün durumu çok iyi görünüyor. Bizim zengin olduğumuzu
zanneden tek sen değilsin, komşu köylerdekiler de hep bizde para pilav zannederler.
Köylülerinin malı da var mülkü de var ama hepsi borç batağında. Gırtlağına
kadar borçta olmayan kimse yok sayılır.
-Zeki, eskiden kimse
kimseden beş kuruş borç istemezdi. Herkes kendi yağında kavrulurdu. O zamanlar
insanlar açlıktan mı ölüyorlardı? Size kimse zorla borç filan vermemiştir.
Gidip kendiniz aldınız. Ayağınızı yorganınıza göre uzatın, malla mülke yarışmak
zorunda mısınız? Ben 6 yıldır memleketime hasretim ama bazı nedenlerden dolayı gelemedim.
Kanada’da yüksek lisans yapmış, uluslararası bir şirkette mühendisim ve maaşım
da iyi. Fakat orada yeni bir hayat
kurdum, her şeye sıfırdan başladım. Evlendim ve her şeyi yeniden aldım. Bütün
bunları kendi imkânlarımla yaptım. Ben bilmez miydim bankadan kredi çekip daha
önce gelmesini? Tüm işlerimi yoluna koydum, imkânım olunca da çıktım geldim.
Kimseye ağam da demedim paşam da demedim. Başkalarının cebindeki parayla hesap
kitap yapılırsa olacağı bu olur, varlık içinde yokluk çekersiniz!
-Arkadaşlar, Hayati doğru
söylüyor. Bizim Mollayı alaya alırız, güleriz, eğleniriz, cimri filan da deriz
ama adam kimseden beş kuruş almadan yaşar. Kimseye minnet etmez, kimseden
kaçınmaz, kimseden çekinmez! Bizim her şeyimiz fazlasıyla var ama bilinmeyen
bir numara arasa, korkudan dizimizin bağı çözülür. Bankadan arasalar, kalbimiz
duracak gibi olur. Yalan mı?
Kahvehane insanların
çoğaldığını gören Zeki’nin yüzü güldü. Herkese çay ısmarladı. Ardından ayağa
kalkıp konuşmaya başladı.
-Arkadaşlar, 6 ay sonra
muhtar seçimi olacak. Tosunlardan Mustafa emmi, aday olmayacakmış. Bana:
“yeğenim, sen devam et!” dedi. Ben de düşündüm, taşındım, bir daha düşünüp
taşındım sonunda kabul ettim. Tosunların adayı benim. Oylarınızı bana
verirseniz, pişman olmayacaksınız. Mustafa emmi çok hizmet etti ama ben daha
çok işler yapacağım. BAĞ-KUR emeklisi oldum, artık malın mülkün peşinde koşmama
gerek kalmadı. Çiftliği büyük oğlana devrettim, işleri o takip ediyor. Zaten
bildiğiniz şeyler ama niye anlattım?
Kasabaya, gerekirse şehre
gitmeye fazlasıyla vaktim var. Üstelik şehirde okumuş kardeşim, yeğenim, bir de
oğlum var, devlet dairelerinde itibarım var yani.
Ne yapacağım, birincisi
köyü baştan başta asfaltlı olacak.
İkincisi, köyün ana
yollarını ışıklandıracağım.
Üçüncüsü köye büyükçe bir
salon yaptıracağım. Vatandaş her türlü kutlamasını yani düğün, nişan, kına,
asker uğurlama, toplu ziyafet vesaire orada yapacak.
Diğer bir projem, kasabada
yaşayıp ta köye göçme imkânı olan köylülerimi tekrar köye davet edeceğim. Bu
sayede nüfus artınca belediyelik için uğraşacağım. Belediye olursak eğer,
lisemiz de olur. Çocuklarımız kasabaya okumaya gitmelerine gerek kalmaz.
Ayrıca, köyden her gün
kasabaya minibüs seferleri düzenleyeceğim. Önümüzdeki cumadan sonra geçmişlerimin
hayrına yemek ziyafeti var, hepiniz davetlisiniz. Hayati, sen önümüzdeki Cuma
köyde misin?
-Bilmiyorum, belki
kasabada olurum.
-Köyde olursan mutlaka
beklerim. Bu ara seni bulmuşken bir hatıra fotoğrafı çekinelim. Her zaman
görüşemiyoruz.
Zeki ilk önce Hayati ile
daha sonra toplu olarak fotoğraf çektikten sonra kahveden çıkıp gitti. Hayati,
kalan köylüleriyle biraz daha sohbet etti. Bahçeleri, bağları gezmek için
müsaade isteyip çıktı.
Hava iyice ısınmıştı ama
güneş sanki ilaç gibi geliyordu. Yavaş yavaş bahçelere doğru yürüyordu. Güneşe
hasretti, Toronto’da fazla güneş olmaz. Güneş olsa da aşırı rutubetten dolayı
hava boğucu olur. Böylesi doğal bir ortam bulması hayli zor, her taraf bina,
yol veya başka bir yapıdır. Yeşillik alanları fazlasıyla var ama bunlar
doğallıktan çok uzaktır. Üstelik doğup büyüdüğü köye hiç benzemez. Toronto’ya
döndükten sonra şehir dışında bulunan bahçe evleri kiralayıp toprakla da vakit
geçirmeye karar verdi. Hafta sonları bahçe evinde toprak uğraşmakla topraktan
kopmamış olacaktı. Üstelik bahçe evlerinin bulunduğu bölgeler daha sessiz, daha
doğal ve havası temizdir. Büyük şehir hayatının sıkıntılarından bunalmıştı; hava
kirliydi. Özellikle rüzgârın olmadığı zamanlarda bunu iyi hissedebiliyordu.
Nefes almakta bazen zorlanıyordu. Kalabalık ve yoğun hayatta iyice sinirlerini
geriyordu. Daha fazla sinir hastası filan olmadan önlem almalıydı.
-Hoş geldin! Kayboldun mu?
Hayati, kendine
seslenilmesiyle derin düşünceleri bırakıp çevresine bakındı. Yaşlı biri kendine
bakıyordu. Arkadaşının babası Durmuş amcayı hemen tanıdı. Gözlüğünü çıkarıp
Durmuş amcanın elini öpmek istedi.
-Hoş bulduk Durmuş amca,
elini öpeyim.
-Sen beni tanıdın da, sen
kimsin?
-Oğlunun arkadaşı Hayati
Sarı
-El öpenlerin çok olsun
yeğenim. Oğlumu görmüş gibi oldum, Allah senden razı oldun. Nasılsın iyi misin?
-Sağ ol amca, hamdolsun.
Siz de iyisinizdir inşallah?
-Bu günlere de şükür
evlat. Sen Ankara’da pek güneş görmüyorsun galiba, benzin çok açık. Hasta mısın
yoksa?
-Güneş görmüyorum amca,
hep kapalı alanda yaşayınca …
-Gel benim bahçede biraz
soluklan, gölgelen. Başına güneş geçmesin, çok kötü olursun.
Duran amcayla az ilerideki
bahçeye gittiler. Bahçede küçük bir kulübe vardı, oraya oturdular. Amca ekşi
yoğurttan ayran ikram etti. Ayranı içtikten sonra başına güneş geçmesin diye
şapka verdi ve bahçeyi gezmeye başladılar. Hayati’nin dikkatini çeken ağaçların
hepsi küçüktü, eski o koca koca ağaçlardan hiç yoktu.
-Duran amca, nerde o
eskiden ki koca koca ağaçlar?
-Yeğen onların hepsini
kesip yerine kısa ağaçlar diktik. Bunlar hem verimli hem de bakımı kolay. O
kocaman ağaçların her şeyi bir dertti; budaması, ilaçlaması ve mevsimi
geldiğinde meyveleri toplaması. Bu küçük ağaçlarda her şey elinin altında
sanki. Ama o eski tatlar kalmadı, vesselam!
-Bu yıl hasat nasıl?
-Şükredene çok iyi, nanköre
çok kötü. Bu yıl erik yılı, verim çok
iyi. Az ilerideki suda yıka da ye. Az bekle, şu kaysılar da çok güzel.
Hayati kaysıları ve
erikleri yıkadıktan sonra oturup yedi, midesine bayram yaptırdı.
-Selami nasıl amca, köye
geldi mi?
-Gelmedi, Selami’nin
İstanbul’a tayini çıktı. İki yıldır gelmiyor. Burnumda tutuyor kerata! Annesi
varken, iyi kötü geçinip gidiyorduk. Annesi de ölünce, tek başıma kaldım. Kimse
kapımı çalmaz. Ölsem kalsam kimsenin
haberi olmayacak! Harmandan sonra belki ben İstanbul’a giderim. Nasıl senin
Ankara’da işlerin, iyi mi? Eşin, çocukların da geldiler mi köye?
-Amca, başın sağ olsun. Hiç
duymadım. Ben Ankara’da değilim. Yurt dışına gittim, oraya yerleştim. Ankara’daki
eşimle boşanmıştım, çocuğumuz yoktu.
-Dostlar sağ olsun
evladım. Almanya’da mısın?
-Hayır amca, Kanada’dayım.
Bir Kanadalı kadınla ile evlendim, oraya yerleştim. Üç beş yıla bir böyle çıkıp
geliriz artık. Orası çok uzak, Almanya’dakiler gibi her yıl gelemiyoruz.
-Eşin Müslüman oldu mu?
-Elhamdülillah Müslüman
oldu, yoksa evlenmezdim.
Biraz daha havadan sudan
sohbet ettikten sonra ırmaktan şu içmek için ayrıldı. Köyün en yüksek tepesine
çıkması gerekiyordu ama o buz gibi suyu içmek için yorulmaya değerdi. Bahçelerdeki
ilaçlardan dolayı ırmaktaki su kirliydi. Yarım saatlik yürüyüşten sonra İncesu
’yun çıktığı yere gelebildi. Kana kana çelik gibi su içti. Elini, yüzünü
yıkadı. Yanında şişe getirmediğine çok pişman oldu. Köyde kaldığı süre, pınar
suyu içerdi.
Suyu içtikten sonra bir
kayanın üzerine oturup çevreyi seyretmeye başladı. Üful üful esen yeli sigara kullananların
duman çektiği gibi içine çekti; ciğerlerine bayram ettirdi. Yel, karşı dağdaki
ağaçların ve çiçeklerin kokularını almış buraya getirmişti, nefes aldıkça içi
açılıyordu. Havadaki güzel kokular hiç bir esansta yoktu. İmkân olsa da şişeyle
su satıldığı gibi büyükçe tüplerde böylesine güzel hava da satılsaydı. Kesin bu
tüplerden alır günde bir kaç saatliğine de olsa keyif çatmak için teneffüs
ederdi. Aslında güzel bir fikirdi, neden olmasındı? Kanada’ya dönünce teknik
üniversitede okumuş arkadaşlarına bu fikri açacaktı. Hem hava olabildiğince temizdi; şehirlerdeki
o pis havayı teneffüs etmekten iyice gına gelmişti.
Yıllar sonra geldiğine
kesin değmişti; sanki çocukluğuna geri gitmişti. Ne iş derdi vardı, ne aş derdi
ne de başka bir dert. Uzun uzun çocukluk yıllarını düşündü, bazen şehre okuyama
gittiğine o kadar pişman oluyordu ki. Köyde kalsaydı belki buraların kıymetini hiç
fark edemeyecekti. Her hâlükârda Gürler’e artık üç beş yılda bir gelebilecekti.
Meryem ile çocukları olunca belki üç beş yılda bir defa bile gelemeyecekti. Küçücük
bir çocukla 24 saatlik meşakkatli bir yolculuğu göze alamıyordu.