Yeniden buluştuğumuza inanamıyorum
üstelik bana ihanet ettiğine yüzde yüz emin hala yüzümü kızartabiliyorum da.
Soru eki mi getirmeliyim illa ki
hayata ya da şaşkın bir ünlem gibi sağa sola seğirtirken muhafaza ettiklerime
bu kez de ben mi ihanet etmeliyim?
İmlecim mi yoksun olduğum yoksa
itibarım zedelenirken ben hala nasıl oluyor da senle koyu bir sohbete
başlıyorum?
Miadı doldu bilirken içimdeki dürtü
yine beni yazmaya sürükledi. Sözcüklerin katı olduğunu Tanrıya ihbar ederken
kendimi kime ihbar etmeliyim üstelik bir baltaya sap olamadığımdan yakınıp
sefil rütbemle hala görevine sadık bir emir eri olduğumu illa ki herkese her
gün yeniden ve yeniden ispatlamaya çalışırken yüreğimin bağcıklarını defalarca
söküp kocaman bir fiyonk mu yapmalıyım yüzümdeki şaşkınlığı bir de hüznüme
atıfta bulunanlara itibar edip büründüğüm rollere mi sadık kalmalıyım?
Pişkin olmadığım kadar da mızmızım üstelik ve dert yandığım üç beş sadık insandan başka hala ümit bağlamayı
sürdürmeli miyim dünyaya?
Sözcük enflasyonuna yenik düşüp
susmaya programlanmışken sonra da içimdeki dirayetin kırgınlığı ile çökmeme ve geri çekilmeye saniyeler kalmışken…
Belki de örnek aldığım yazarlardır
beni yanıltan hani kullandıkları temel sözcükleri kendime yoldaş bilip onların
yürüdüğü yolda sekerken bu sefer ayağımın daha sık takıldığı elbette kendimi
bulmak an meselesi iken kendime dönük olması gerekirken yüzümün safça
seyrettiğim ahvalim ve telaşla satırlara yığılmayı bekleyen duyguyu
tasniflediğim.
Hüznün tarifi yok ki lakin hazan
mahsulü yorgun kıblemde ben safiyet yüklü varlığımla ikilemde kalıp illa ki başvuruyorum
insanlara üstelik aldığım darbeleri unutup asla da şüphe etmeden yakınıyorum
yerli yersiz ama asla tek sırrımı da paylaşmadım onlarla.
Süslediğim satırlar tıpkı yılbaşı
ağacı gibi dibine serdiğim okunmamış öykülerim ve evrene beslediğim küskünlükle
kime neyi ne amaçla izah etmem gerektiğini de bilmezken.
Geniş açılı değil ki hayata bakışım
bir o kadar geniş bir pencereden duygularımı salıyorum boşluğa ve hali hazırda
yenik olduğumun farkında kös kös yazıp sırtımı dönüyorum noktayı koyduktan
sonra.
Farkındalığın yüklediği en büyük acı
elbette yetemediğim ve defalarca kendimi koşullandırıp insanların gözünde
itibarlı bir obje olmak adına yanıp tutuştuğum.
Değişen ne ki öte yandan kocaman bir
değişimin tam da merkezindeyim. Sudan çıkan tüm balıkları koşulsuz sahiplenip
kendi şaşkınlığımı da gizleyemiyorum. Hayatın getirisi ne ise onay vermek ama
onay almak adına beklentilere de yanıt verememek.
Bit yeniği var ya da yok aslında bir
düş kaydı tutmayı çok isterdim genelde hatırladığım rüyalar uykuda bile peşimi
bırakmayan iyilik perime sitem edip iyi olmanın ne anlama geldiği günümüz
dünyasında. Kıpraşan bir yaprak gibi ve sallandıkça düşmesi an meselesi ola ki
düştü bu sefer geri dönmesi nerede ise imkânsız.
Etkisinde kalmaksa insanların en çok
da okuduklarımı şekillendirmek adına özgünlüğümü yitirme korkusu ile dolup
taştığım gerçi mizacı asla değişmiyor: ne günün ne de tabiatın sonra da
değişmem beklenirken bu kez hüviyetimi kaybediyorum belki de asla bir titrimin
olmadığı ve geçmişi unutmak adına yarından yana da ümidimin kalmadığı.
Geniş bir yelpaze elbette insanlara
odaklı bir seyir defteri ama geri dönüşü sadece hayal kırıklığı ne de olsa
duygularımı bile özgürce yaşayamıyorum. Bir hıçkırığın nelere sebebiyet verdiği
ya da o hıçkırık adına birilerinden izin alıp almamamın bende yarattığı kafa
karışıklığı.
Tüyü bitmemiş yetim bir hikâye misal:
Daha dün kaleme aldığım ve bohçama
sakladığım.
Belki de bir şiir görücüye çıkması an
meselesi iken duygu sarmalında kime göre hangi duyguyu muhafaza etmem
gerektiğini düşünürken kendimden ve yaşamam gereken hüzünden uzaklaşıp basireti
bağlanmış tüm duygulara hücum eden insan izleklerinde mükellef olduklarımı da
bir bir yargılarken elbette aralıksız yargılanmak da en korkuncu.
Yazmaya başladığım güne dönüp
bakıyorum da… ah, bir de dünyaya gözümü açtığım o ilk günü hatırlasam ve keşke
ısrarla cenin pozisyonunda geçen zamanımı aklımda saklı tutup yeniden bürünsem
rolüme tıpkı o geçen dokuz ayda emniyette bir o kadar savunmasız iken yeni bir
hayatın beni beklediğini idrak edip sonsuza kadar kıvrılsam evrenin rahminde.
Sudan sebepler kimine göre acımı
katlayan ama durun bakalım daha ne anlattım ki? İşin ilginci hiçbir şeyi
anlatmak istemezken duramıyorum da yazmadan ve başıma gelecekleri az çok tahmin
ettiğim için esefle kınıyorum kalem’imi.
Kale’m ve de kalemim gelin de çıkın
işin içinden.
En sağlam dostum madem…
En kıdemli de acım olmaktan pek bir
memnun.
O zaman suçlanması gereken kim ya da
ne?
Elbette hazır ol’da bekliyorum önce
kocaman bir tepkisizlik ardından kim ise haz etmeyen geniş ölçekli bir durum
tahlili ve ben anlatmazken anlatmayı da becerirken tıpkı aldatmazken kimseleri
aslında sadece kendimi kandırmaya yönelik.
Siper aldığım şu beyaz kâğıt.
Sinemdeki sihri ve de kalemin.
Kaleyi içeriden fethedecekken fetih
unsuru hangi duygu peki?
Sancılandığım her yazı sonra da akça
pakça yüzümde dalgalandığım rüzgâr ve çok eskilerden bana verilen bir öğüt:
‘’Asla rüzgarın seni savurmasına izin
verme ve sen, sadece rüzgar ol.’’
Elbette hayatımdaki üç beş büyük
ihanetin sahibidir bu öneriyi getiren ve barışık olduğum zamanlardan bu güne
gelip hala da aklımın almadığı o etki-tepki meselesi.
Okumak insanı bazen öyle
kıtlaştırıyor ki ve resmen okuduğunuz yazarın etkisinde kalıp hayatınızı dahi
onunki ile karşılaştırıyorsunuz:
Bir Elif Şafak belki İnci Aral ve
daha nicesi.
Onlar mutlu ise yazmaktan size
sunulan bu mutsuzluk ve kayıtsızlık neyin nesi? Ve elbette çuvaldızı kendime
batırıp derinlemesine sorguluyorum: elbette öncelikle hatta sadece kendimi bir
de kalemin titrini ve an geliyor bir kalemim var mı yok mu ondan bile emin
olamıyorum ve geriye dönüp de baktığımda yazdığım yüzlerce yazı bana göz
kırpıyor bazense kendimi ıslıklıyorum ve devir daim süre gelirken insanlığımla
yazdıklarımı kıyaslıyorum elbette duygularım şekillenirken hissiyatımı
sorguluyorum bir de hayat boyu yaptığım milyonlarca hatayı: misal mi
istersiniz?
En çok sevgimi sorguluyorum ve yeteri
kadar sevip sevmediğimi tayin ederken görüyorum ki; kendimi sevmeyi unutmuşum
belki de en çok kendime haksızlık yapan kişi bizzat kendim iken evrenin
eklediği acılar daha fazla yakamaz derken görüyorum ki; acının da sonu yok hele
ki hayatım ihlal edilirken ve sınırlarım zorlanırken ben ne kadar geçit vermesem
de insanlara geçme hakkını öncelikle ben tanımıyorum kendime.
O eşik…
İnce bir çizgi ile ayrılan o eşik.
Eşlik eden mi?
Belli ki bir m/eziyet ve işte hayata
tutunmak adına kendime bahaneler aradığım…
Sevmek ve hayal kurmak nasıl da
yoruyor/muş insanı hele ki bu dünyaya ait değilseniz ve uhrevi boyutta
yaptığınız yolculuğu da kimseye izah edemezken hele ki dünya nimetleri ile olan
ilişkinizi de en alt sınıra çekmişken.
İnanın ki zor değil hele ki sevmek…
Zaten başıma ne geldiyse illa ki
sevmekten ama bildiğiniz manada değil ve işte ceplerimden taşanlar günü bitirip
hala hayatımı sonlandırmazken asla da zor değil hani. Ne mi?
Bir bilsem keşke.