Betimlemelerin tadını sürüyorum
içimdeki dehlizde takla atan sirk cambazları ve maviden göğün titrek sesinde
dona kalıyorum.
Her yalnızlığın bir masal armağan
ettiği öykümde varlığımdan yana da derdim yok iken hüzün bulutlarına yakalanan
şehrin bakışlarında bir kıvanca rast geliyorum ve nihayetinde şehirle bire bir
benzeşmenin mutluluğunu yaşayacakken biliyorum ki bunca terk edilmişlik ve
sessiz sokaklar asla yakışmıyor İstanbul’a.
Kurgulanan bir roman gibi belki de
Orhan Pamuk’un kitaplarından firar eden mevsimin değil de ölüm denen eziyetin
bahşettiği sıra dışı bir korku.
Beklenen misafir yeter ki gelmesin
gerçi bunun meali nasıl da misafirperver olduğumuzun karşıtı iken herkes ve tüm
dünya biliyor ki; beklenen misafir bir an evvel geldiği yere dönsün.
Arşimet Kanunu gibi belki de pergeli
sapladığımız o boşluk derken ip atladığımız çocukluk ve düşlerimiz solarken
sonlanan hayatlardan payımıza düşeni alıp evirip de çeviriyoruz elimizdeki
fanusu belki de tıkıldığımız o fanus ki artık açık bir hapishane gibi yeryüzü
elbet mevsimin de insanların da gözlerinin feri kaçmışken…
Mübalağa sanatına öykünmek gibi aslı
astarı olmayan haberlerin ansızın gerçeğe dönüştüğü ve film karelerinde
rastladığımız korku dolu senaryoların bir anda gerçek olduğu.
Kaygılı olduğumuz aşikâr ötesinde
korkunun tüttüğü bir hava ve baharın coşkusuna tam nail olacakken sırtımızın
ürperdiği yetmedi diken diken olmuşken tüylerimiz ve insanların dilinde tüy de
bitiyor ve dünyaya musallat olan bu devasa lanet tüy dikiyor her acının üstüne.
Müzmin bir yangın sönmeye niyeti
yokken.
Sevdalı mizansenlerde sevgililerin
birbirlerini uzaktan sevdiği.
Hane halkının bile birbirinden
korktuğu.
İstanbul’un saltanatı elbet bitimsiz
ve koşulsuz lakin şehrin sakinleri koşulsuz yaşamıyorlar artık daha doğrusu
yaşamayı unutmuş bir şekilde şehrin de perdeleri çekilmiş.
Bir kıtlıksa mevzubahis herkesin
yürek deposunda yeteri kadar erzak var lakin gönül gözlerinde de farkındalık ve
İlahi bir acı yüreklere dokunan elbet tevekkül yüklü olmanın da meali iken
Rabbinden uzanan yolda yürümekle O’na ulaşmaktan yana da derdi olmayanlar ve
bunu hızla ifa etmek isteyenler.
Şehrin künyesinde siyah bulutlar
asılı.
Şairin kursağında ise yazılmayı
bekleyen şiirler belki de hiç olmadığı kadar doygun ve tutkulu.
Şimdi şafağı atacaksa gecenin zaten
gün yüzü görmemiş her acı bir şekilde günden medet umuyor ve bir an evvel
havaların ısınmasını bekliyor.
Tetiklenen bir basınç var bir de
kıvanç yüklü nidalar hani ölüme öykünen hani umuda dayalı yarınlar hani insan
sarrafı hani yalnızlığın sarhoş ettiği…
Sureler yayılıyor dost yüreklerden
doluya tutulan şehrin semalarına.
Hurafeler kanıksanıyor bazen yine de
rivayetler dokunulmazlığını şerh düşüyor bir yandan da İstanbul üşüyor elbet
kanatları da kırık martıların çünkü yaşanan bu kaos ile insanlar değil martılara
simit atmayı yemeyi bile ihmal ediyorlar ve vapurların güvertesinde tek tük
insanlar belki de kayrasında o gönlün sükun dileyen de yorgun ve aceleci
misafirler.
Bir kalp çarpıntısı iken İstanbul’un
yüreğinin teklediği.
Bir huzura davet iken o adrese
ulaşmayan davetiye.
Salkım saçak ruhlar ve pejmürde
kimlikler elbet göçmen kuşlar da şehre gelmeyi ertelemişken.
İstanbul’un künyesinde yazan varlığım
ve azat edilen kalabalık belki de o izdihama duyulan özlem.
Tıklım tıklım iken araçlar şimdi
korkuyla biniyor insanlar.
Korkunun esir aldığı bir şiir gibi
asılı kaldığımız semada sevecen bir mevsim dilerken ve baharın sıcaklığını da
bir an evvel hissetmek adına ve defolu yürekleri azat edip de açacak iken
laleler…
Ve şehrin vapurları ötmekten imtina
ediyor.
Şehrin sakinleri yalnızlığı
ıslıklıyor ve kâbuslarını kovalıyor huzura ve güvenli yarınlara duyulan özlem
ile de çakmak çakmak iken bakışları yedi tepeli şehrin…