‘’Benim tereddütsüz bağlı olduğum şey
sen değilsin, yazmak. Yazarken seni hiç düşünmüyorum. Aynı biçimde senin bağlı
olduğun da ben değilim. Yazdıklarım.
Benim için sana yüreğimi sunmanın tek
ve en iyi bildiğim yolu yazmak. Bunu sen de dâhil bütün riskleri göze alarak
yapıyorum. Çünkü seni seviyorum ve dostluğumuz sonsuzluk vaadi
taşıyor…’’(Alıntı)
İnkâr edemeyeceğim bir yüksünlük ve
de yolculuk elbet nefsimi terbiye etmeyi henüz on yaşında iken başarmışken…
Çocukça bir zaaf iken yemeye düşkünlüğüm
ve sözcüklerle dostluk kurup kitaplar iken bu sefer açlığımı yok saydığım…
Mevsimin müdavimi sihirli bir rüzgârım
ve sözcüklerimdir içimdeki devasa aşkın muadili.
Günsüz bir gökyüzü ve geceye otağı
kuran yalnızlığın da makberi elbet soyutlandığım her duygu için en çok da
mutluluk iken ulaşmayı beceremediğim o izafi rakım ve öldürdüğüm külüstür
düşlerimin de tek tanığı iken Mevla’m.
Öznemde saklı olan bir öz veri elbet
sevgiye düşkünlüğümle cereyan eden yaşama sevincim ve kutsalım iken sevmek en
çok da çıktığım yolda bir başıma kaldığım belki de budur marifet bildiğim:
Sadece sevmek ve aşkın kızağında
kaymak sonra da karışmak s/onsuzluğa…
İfa edip edeceğim çok şey saklı
sihirli şapkamda ve her seferinde içinden kafasını gösteren o dişlek tavşan ve
işte havucunu kemiriyor aslında benim bir ömürlük açlığımı giderdiğim.
Rüzgârın hızında kaybolan bir matem
ve aşkı azığa alan kimse rüşvet verip onca sevgiyi ben sahiplenmişken.
İdame ettiğim kadar da idam sehpamda
yaşıyorum ve düşlerden kurduğum zincire yeni bir halka ekliyorum.
Eklentileri asla sevmedim bu yüzden
en baştan başlıyorum yaşamaya ve gidebildiğim en uzak zaman kendimle konuştuğum
bir o kadar çocuk kalbimle kendimi ilk hatırladığım zaman dilimi ve mekân:
Evimizin misafir odası ve tüm
sevdiklerimle bir aradayım. Yaş aralığım ise dörtle beş arası ve işte beş
parmağı birbiri ile aynı sanıyorum ve her varlık sevginin imgesi ve kucaktan
kucağa gezdiğim bir dost meclisi.
Sevginin gücü ve tarifi mutluluk ki
ilk duyumsadıklarım ve ben evin içerisinde koşturup duruyorum en çok da güleç
yüzüm gözümün önünden gitmeyen ne de olsa dış dünya ile irtibatım nerede ise
yok gibi hele ki bir başıma sokağa çıkıp oynamam da yasak iken ben eve gelen
misafirlerle avunuyorum ve çocuk aklımla sadece sevgiyi savunuyorum.
Renkler henüz kırılmamış yüreğim ise
henüz bu günkü kadar büyümemiş çünkü evreni sadece gördüğüm insanlardan ibaret
sanıyorum elbet İlahi Gücün varlığına vakıfım ve annemden öğrendiğim duaları
ezberlemişken aşka düşkünlüğüm yeni yeni belirmiş.
Kimsesizliğin mubah olduğu bir
yeryüzü en çok da sahip olduğum kocaman ailemle iştigal saf tuttuğum hayatta
boyumu aşacak duygulardan da bihaberim.
Mevsimin tadı tuzu mu?
Yoldan geçen mısırcı ya da dondurma
satan seyyar.
İbaresi güzellik hayatın ve
önsezilerim henüz biçimlenmemiş çünkü tek bildiğim duygu sevmek bir de oyun
oynamak ve yemek yemek henüz basit bir mefhum bu yüzden belki de içim içimi
yemiyor çünkü her şeye sahibim çocuk aklımla…
Atlastan bir yorgan üşümemi
engelleyen ve annemin sıcak göğsü başımı dayamaktan haz duyduğum ki halen de en
düşkün olduğum.
Ne kinaye ne ihanet ne de yalan…
Elbet deftere sığmayan ötesinde asla
bilmediğim ve şahit olmadığım ki aklıma bile gelmezken olumsuz duygular çünkü
hayat benim için sadece sevmekten ve oyundan ibaret…
Düşlerimden yorgun uyanmıyorum ve
gerçekler ve doğru olan neyse sadece bir tane: hayat ya ak ya da kara bu yüzden
muadili gölgelerin aslında hiç bilmediğim şeyler elbet insansız bir dünyanın da
mümkün olmadığı ya da kendimsiz bir dünya özlemi duymadığım daha doğrusu kendimle
de tek derdim yokken ve adım adım büyürken.
Şakıyan bir kuş belki de içimdeki
yediverenlerin sevdalısı ve yıldız haritasında kayıtlı tek yıldız: ya Kutup
yıldızı ya da Şimal ne de olsa hiç önemsemesem de ön adımı bir yıldız olmak
bazen bana çok cazip geliyor ve de bir çiçek olduğumun farkındalığını henüz
taşımıyorum.
Hayat bir renkten ibaret ise illa ki
pembe.
Sağdıcım mavi ve içim açık yeşil
saçlarım ise kınalı yapıncak elbet doğal olmanın tek gerçek olduğunu daha o gün
inandırılmışken üstüne üstük peşinen kabul ettiğim bir ömür.
Israrla okula gidiyorum akabinde ve
işte insan içine karışıyorum ilk kez ne de olsa aile hayatından çok farklı bir
ambiyans: onlarca yaşıtım ve dünya tatlısı tanıdığım ve yüreğine aşık olduğum
ilk yabancı: canım sınıf öğretmenim ve içimdeki sevgi okyanusunun coşkusuna ta
o günden vakıfım.
Öznemle salındığım okul koridorları
ve sevdiğim bir dünya insan hele ki okumayı da sökünce yok benden mutlusu ve
biçimlenen duygular bazen kızabildiğim hele ki arkamdaki sefil çocuk saçımı
çekerken bir güzel de tepki verebildiğim.
Kızılca kıyametin kopmadığı zamanlar
ve tek lüksümüz oyun oynamak ve birbirimizle zaman zaman kavga ettiğimiz hele
ki oyun çocuğu iken öğrenci olmayı adımlamışken değişik bir ruh hali ve
coşkuyla ilk tanışıklığım…
Mutluluğun minvalinde yavaş yavaş
büyürken ve bu güne eriştiğimde hala dünde kayıtlı şeyleri güne getirip nasıl
da kolayca uyarlıyorum ve maktulüyüm kimi duygunun belki de ısrarla yazmanın
kocaman bir büyüteç olduğuna vakıf şimdilerde tüm evreni kucaklama arzusu ve de
güdüsü her nasılda gerçek kıldığı Rabbimin ve okumaktan yazmaya geçtiğim ilk
günün üzerinden tamı tamamına sekiz sene geçmişken biliyorum da hala asılı
kaldığım o yaşı.
Bin asırlık bir öykü yazarcasına
aslında sadece sekiz seneden beri yazdığımdan mı nedir yaşımı da asla
göstermiyorum ve ikilem içindeyim: belki bin yaşındayım belki de derlediğim
cümleler nispetinde henüz sekiz yaşında bir çocuğum.
Bazen insanları gözümde büyüttüğüm bu
yüzden kendimi onlarla bir görmeyip hala çocuk kalabilmenin de mümkün olduğunu
kim bilir kaç kere ispatlamışken.
Öncemde asla kayıtlı olmayan bir
yazma duygusu ve yazgımı yazmak değil de en azından gün esintili kalemimle
sözüm ona bir gün sonramı bir gece evvelinden biçimlendirip yarını kucaklamanın
verdiği o bitimsiz coşku elbet benim için bir servet değerinde iken yazmak
fiili.
Yazının başındaki o alıntı ve gerçek
manada bunu içselleştirdiğim ve tükenmek bilmeyen bir sevgi iken içimdeki
meddücezir ve işte hayatın da alametifarikası.
Sözcükler asla yosun tutmayan.
Sözcükler asla ihanet etmeyen ve
gerçek anlamda çözemediğim:
Yazmak bir araç mı yoksa amaç mı?
Bununla eşleşen binlerce cümle
kurduğum ve kurmaya doyamadığım ne de olsa içimdeki fısıltı ayyuka çıkmışken ve
Sağır Sultana dahi ulaşmışken ben nasıl görmezden gelirim bu çıkarsız sevgiyi?
Alı al moru mor hayatın: bazen
kabuslar gördüğüm bazen umudun sarmalında içimdeki çocuğun saçlarını coşkuyla
ve sözcüklerle ördüğüm üstelik görüp gördüğüm ne ki bu yaşa gelene kadar bu
yüzden sadece yazarken ve severken tavaf edebilmekteyim kainatı ve içsel
yolculuğumda bana eşlik eden illa ki sevgi ve edebiyatı destur edindiğim bir
fasıl ki bazen örtüştüğüm hüznü bile masaya yatırıp kendimi kendimle ve
sözcüklerle kıyaslıyorum ve çuvaldızı da sadece kendime ve kalemime batırıyorum.
Yüzüm gözüm mürekkep içinde ve kokusu
asla burnumdan gitmiyor beyaz sayfanın ve kitap yapraklarının.
Neyin hatırına yaşıyorsam…
Yazmayı aşkla eşleştirip manevi
anlamda doyuma ulaşırken gözüm de görmüyor hani ne kimseyi ne yalnızlığı ne de
eksik olmayan sıkıntıları çünkü yazmak bir büyü; bir coşku ve kıtladığım
yüreğim en çok da ket vuran her sıkıntıyı basamak bilip uzandığım zirve elbet
aşkın İlahi dokusunda ve d/okunuşunda görmezden gelindiğim zamanların acısını
çıkarırken pervasızca sevmenin ve yazmanın tadını çıkarıyorum en çok da
mutluluk dilediğim Rabbimden bana ulaşan o İlahi Işığı da yarınlara taşıyorum…