Işıkları yakar mısın? Ama tüm ışıkları…
Kapının önünde durdum; simsiyah bir kapı, çelik ve ahşap
karışımı. Yıllar sonra, kaybedilenin ardından geldiğim evinin önünde karalar
bağlayan ağaçların, yapraklarının karanlık gölgelerinde en hazin ve en kesif zifiri
duygular içerisinde… tek şeffaf olan şey göz yaşları… merdivenlerin önüne
öylece bırakılmış bir çift ayakkabı; ona ait. Ne garip âdet… İntikam alır gibi,
hissettiklerim daralmanın ötesinde cehenneme üç beş metre mesafe… nefes almam zorlaşıyor.
Kalbim çürümüş gibi; nasıl geldik biz bu hale… yavaşça kapıya vurdum… kim
açacak bunca sene sonra; hangi gölgelerden hangi karanlıklardan gelip de açacak
bu kapıyı açacak olan?
Kapı açıldı
Yılların hizmetlisi açtı ki beni görünce başını öne eğdi.
Hiçbir şey diyemedi. Öylece beklerken, yere damlayan göz yaşını gördüm. Yeri
ıslatan birkaç damla yaş. Elinin tersiyle gözlerini sildi ve kenara çekildi. Ne
yüzüme ne de gözlerime baktı.
Yıllar, yıllar önce geçtiğim koridor, bu koridor bu ev rengârenkti;
ne olmuş böyle, duvarları griye boyanmış. Nasıl bir gri, nasıl bir matem rengi
daha kapısındayım acıların. “Duvarlar” dedim…
-Sizden sonra boyatmıştı, her yeri böyle…
Gri ve karanlık duvarlar üzerime geliyorken, yürüdüm geçtim
arasından duvarların. Kapılarının önünden geçtiğim tüm odalar gri, karanlık,
kasvetli… Uzun koridorun en sonundaki oda; yavaş yavaş ilerliyorum. En büyük en
güzel oda oydu. İçeri girdim yıllar sonra ve yine tüm duvarlar gri, koyu gri,
tüm duvarlar karanlık. Tavan bile beyaz değil. Siyah perdeler yarı yarıya
kapalı. Işık bile yeminli sanki içeri girmemeye… Hizmetli arkamda, nefesini
duyuyorum.
-Vasiyetiydi, mezarı da siyah mermerden yapıldı. Ben
gitmedim, gidemem, gitmem…
Öylece kaldım koyu gri, karanlık odanın orta yerinde…
Kederin rengi, matemin rengi yaşarken almış zaten canını anlıyorum ve bende ki
pişmanlığın rengi daha zifiri daha ve daha her neyse… Aldığım nefes, kalbimdeki
çarpıntı… Bunların, bunların rengi olur mu? Yüzünü hayalime getirmeye
çalışıyorum, olmuyor. İzin vermiyor zihnimin önündeki kara perdeler.
Sesleniyorum;
-Işıkları yakar mısın? Ama tüm ışıkları…
Hizmetli varlığımın muhtaç olduğu tüm ışıkları yakamasa da
odanın ışıklarını açtı.
Bu karanlıklara mâhkum olmuş evin, bu odanın, yegane
karşımda ki duvarında asılı olan, çerçevesinde ki o eski büyük fotoğraf ortaya
çıktı. Bir kardelen gibi, boğulmaktan ölmek üzere olan birine son anda yaşam
nefesi gibi, karanlık gökyüzünde Ay gibi, hayat gibi…
Yıllar öncesine ait…
Rengarenk çiçeklerin arasında, masmavi gökyüzünün ve beyaz
keskin bulutların altında, yemyeşil doğanın, ağaçların eşliğinde, gülen
yüzlerimiz ve gülen gözlerimiz… Üzerimizde rengarenk kırmızılardan mavi kumaşlardan
yazlık kıyafetler… Renkli gözlerimiz,
renkle hayata bakan özümüz ve çiçekleri kıskandıracak kadar zarif sevgimiz… Duruşumuz…
Hatıralar…
Anlıyorum. Yalnız bu resim renkli olmalıydı Dünya’da ve bu
evde. Böyle bakmak istemiş karanlıkların içinde onu ve bizi tek mutlu eden
ışıklara. Bu kadar inatçı olduğunu bilmiyordum. Bu kadar karanlıkta olduğunu ise
hiç. Ben, ben yalnız karanlıkta olandım sanıyordum.
İnsan doğuyor, büyüyor ve anlamaya başlıyor ya hayatı.
Kendi fikriyle, kendi gözleriyle tutunmaya başlıyor ya hayata… İşte o zamanlar
bizi saran sevgi, rengarenk hayaller, masum düşünceler nasıl da böyle bir evrim
geçirdi. Önce sevgiyi aldı zaman, sonra hayalleri, sonra da renkleri. Şimdi
yalnız kendime sorabiliyorum. Bu evrimin en kötü aşamalarından birine geçmişiz
demek ki… Bir sonraki aşama benim ayrılışım olacaksa bu enteresan Dünya’dan;
böylece bu hikâye de bitmiş olacak her sayfası yazılıp bitiğinde kaybolan veya
yanan sayfalara sahip bu defterde. Ben, sonra biz, bir kapısından girdik Dünya’ya,
soğuk ve sert rüzgârların önünde savrulurken tutunduğumuz her şey, ellerimizden
birer birer kayıp gitmiş.
Şimdi her şey gri, her şey siyaha yakın.
Geçmiş zaman; bir gün bir şiirden mısralar okumuştu,
etkisinde kalmıştım günlerce…
Şöyleydi…
Sen ellerimden tuttuğun gün sevgiyi öğrendim ve aşkı
nazikçe
Ne düşmekten korktum yükseklerden ne de terk edilmekten
Ama şunu da anladım ve öğrendim, bir gün ellerimiz
ayrılırsa
O tatlı rüzgâr kasırgaya dönüşür ve ölüme savurur bu bedeni
Pusuda yatan düşmandır ayrılık, darağacında bekleyen cellat
Bir kelimesini bile unutmadığım mısraların ve samimiyetinin
asıl anlattığını anlamamış ruhum zamanında, ancak yaşayarak anlıyorum ölmeyi,
halbuki kelimelerin gücü ellerimizden daha sıkı tutmaya çalışmış bizi.
Hizmetliye seslendim,
-Işığı kapatabilirsin artık…
Ertan Kargıtuğ 14.5.2022
Renkler ve Işıklar 5