Bir öznem olduğunu henüz
öğrenememiştim bir de öz verimi yüklenip çıktığım yokuşu adlandıramazken.
Sözcükler yalındı.
Aşk ise bakir.
Tınısı uzaktan geliyordu kulağıma ve
delip geçiyordu sessizliği.
Baş koyduğum ne çok şey bilfiil
edindiğim somut izlenimler ama sonunu getiremediğim daha doğrusu devamı
gelmezken sonlanandı her biri.
İçim kıyılıyordu sahi neyin özlemini
çekmiştim?
İçim dışıma çıkmıştı sanırım ben
haddinden fazla şeffaftım.
Duvağı kırışıktı yalnızlığın bense rüzgâr
misali eserken esneyen kurallarım ve şah damarımla olan barışıklığım alıp
götürüyordu işte beni ve yetindiğim kadar mutluydum.
Başı olmayan hikâyelerdi belleğimde
izini sürdüğüm ve gizi alt belleğin hani nerede ise tüm sırdaş düşleri alt
çekmeceye tıkıp da üstüne fermuarını çekmişken de ağzımın ve ben her ne kadar
sessiz kalsam da infilak ediyordu karşıdan gelenler.
Bir özrüm var mıydı sahi hele ki
kayıp öznem…
Sıfatlardı aşikâr.
Pişen benliğim aşk ateşinde ve dergâhımda
salındığım bir ileri bir geri.
Günlük mevzuat ise asla umurumda
değildi hem benim derdim bana yeterken ek olarak daha neyi dert edinirdim ki?
Haddinden fazlasını hem de.
Kendim sorup kendim cevaplıyordum
işte ve üstü örtülü idi kayıp dostlarımın mezarlarının iliğinde saklıydı bir o
kadar hayal kırıklıklarım.
Kırgınlığım ve kızgınlığımsa hayli
azalmıştı zaten sevdiği insana kırılmaz mıydı insan ve de insan olmanın
hegemonyası ve zaaflarım, o haşmetli rüzgâr sayesinde bir azalıp bir
çoğalıyordu işte.
Matbu muydu duygular?
Yoksa şahsına münhasır mı?
Bense edilgen addedilen varlığımla
etken kılınmak adına bir ömür canhıraş mücadele verirken hep de istiflemiştim
yenilgilerimi.
Yanılgı yüklü benliğim.
Esaretinde ömrün.
Kayıptım asla ayıp olmayan.
Kandırılmıştım da defalarca
kandırmadığım kadar.
Kaybetmeye daha ne kadar gücüm vardı
hem ve kaybolmaya…
Ve işte sıralıyordum yapmam
gerekenleri.
Özlemim dinmişti pek çok şeye pek çok
da insana ama kendimi hani dünde kalan bene olan özlemim git gide ivme
kazanıyordu ve haiz olduğum ne var ne yok, döktüm eteğimdeki taşları ve cılız
sesi ile arkamdan gelenlerin ben kuvvetli bir şekilde göğsümü germeyi de bir
şekilde başarırken sadece ayakta ve hayatta kalma savaşı verdiğim de yalan
değildi hani.
Sürtüktü kimi kelime süzgeçten geçen.
Sürmenaj olmuş belleğim, alt bilinci
delip geçen.
Bir avuç gülücükse içimde beslediğim
iyi niyeti de çarçur edip kendime çok da iyi davranmadığım bir gerçekti işte.
Sıra sayı sıfatlarından çıkıp da
yola.
Sırasız gidenlerin çetelesini
tutarken.
Sıra başında beklemekse tek dileğim
ve uzun çok uzun bir kuyruğun sonunda bekletildiğim aşikârdı hem de fazlasıyla.
Tüten dumanı şehir vapurlarının bense
gizinde şehrin istimlak edilmiş binaları ve yolları gördükçe içimden neler
geçiyordu sahi:
İstanbul’un canı hiç mi acımıyordu?
Diğer deyişle:
İstanbul bu kadar yarayı bu kadar
deliği nasıl barındırıyordu içinde üstüne üstük günbegün artan nüfusu şehrin
nasıl kaldırıyordu bunca yükü sevdalı şehir hele ki haritada ufacık bir yüz
ölçümü ile tüm dünyayı cezbetmeyi de başarmışken…
Hulasası duyguların.
Hükümranı aşkın.
İstanbul belki de devasa bir lekeydi
düşmanların gözünde.
Ve de içine girdiği o kara delik daha
ne kadar yutacaktı bu yaralı şehri?
Canım her yandığında andığım İstanbul
mademki ruh ikizimdi ve elbet ortak paydada buluştuğumuz çok şey vardı.
Karanlığın dibinde uyuyan.
İzbelerde saklı gölgeler.
Şehrin ve de benim bir araya
gelmezken iki yakamız.
Yakamozların çağrısında ses etmeden
yola düştüğüm.
Gecenin bekası iken şafak saydığım.
Günü çuvala koyup da geceleri hayalet
gibi yaşadığım zamanları sahiden özlüyor muydum?
Özlediğim çok şey vardı ve özlem
giderdiğim de yalan değil ama beni bekleyen uzun meşakkatli bir yolun da
çağrısı duyulmaz değildi hani.
Aslında tek duyulmayan bendim ben
olmuştum bir ömür hele ki duyulduğuma kanaat getirdiğim yılların uzun
zamanların ertesinde ayakta uyutulduğumu fark etmem hayli zaman almıştım.
Zamandan çalıyordum aslında.
Aslında kendimden çalıyordum.
Aslında kendimden kaçıyordum.
Aslında ben hep kendim olmuşken
kimsesizliğin nazında nazarında şaşkın mizacımla döneniyordum kendi etrafında.
Uydusu olduğum duygular haddinden
fazlaydı ve de insanlar.
Sona çeyrek kala çalkaladığım bir
ayran kutusu gibi içimde lıkır lıkır eden duygularsa açlığımı iyi kötü
bastırıyordu işte.
Dağılan benliğim ve ruhum ve bedenim
ve yüreğim.
Nazarında hayatın ben de bir şehir
vapuruydum işte gece öten düdükleri bense aşkın ve hüznün ateşinde pişerken
savurduğum duman misali belki de vapurun bacasından sökün eden Noel Baba gibi
kendimden kendime uzanıp kendime hediyeler almışken bir ömür kendim olmayı da
becermişken ve hayli de hoşnut olmadığım bariz iken anlamıyordum bazı
insanların neden bana benzemeye çalıştıklarını.
Ne de olsa hayatta neye el atsam önce
gerçek kılmış sonra da sonlandırmıştım nerede ise tüm hayallerimi ve eksik
kaldığım kadar eksilen bir sayı gibi coşkuma yenik düşüp sevgimi üst kademe
taşıdığım ve kalemin izini sürerken içimdeki gizi keşfetmem hayli zamanıma mal
olmuştu.
Saltanatını süremediğim ne varsa
seyyah bir ruhtum ben bazen Araf’ta takılı ya da göğün tepesine yerleşip hayatı
kuş bakışı g/özlemlediğim.
Bir mevsim değildim sadece ruhumsa
adeta bir mesire yeri ve şerh düştüğüm her duygu illa ki somut bir hal alıyordu
kalemimden dökülenler sayesinde.
Mikado çöpleri gibi dağıldığımız da
baki idi.
İçime yerleşik o heyecan ve umut
dalgası bir o kadar hüzünle çarpışan hayallerim ve mutlu olma olasılığım da pek
düşüktü hani ve cengâver yüreğimle baş koyduğum yolda bazen gerisin geri
gittiğim de su götürmez bir gerçekti.
Yarıladığım yol.
Yanıldığım kadar da anılmadığım.
Bazense her şeyi üstüme alınıp
küstüğüm.
Ve beni uzaklardan çağıran o ses:
İhtişamlı ve sükseli ve kalabalık
duygularım bense sıradan bir insan olduğumun bilincinde bazen sıra dışı
olduğumu da kabul etmek zorunda kaldığım.
Ve evet, açıktı mademki kartlarım
kabullenmiştim de sıra dışı olduğumu ve hayatta tuttuğum ne ise hep elimde
kalmıştı ve bonkör yüreğimle dağıttığım sevginin geri dönümü ne yazık ki hep de
hüzün olmuştu.
Şakıyan iç sesim.
Aşka âşık şehri İstanbul.
Göç vaktim gelmeden göç etmeliydim
aslında ve göçmen kuşlara öykünüp kanatlandığım şehrin yedi tepesi.
Aşikâr rüzgârdım ben.
Aşikâr İstanbul’un ta kendisi ve
günümden dünüme yolculuk yaptığım kadar mutluydum gerçi biliyordum da çok
sağlıklı olmadığın dünde yaşamak çok da iyi gelmiyordu hani insanlara ama beni
ayakta tutan illa ki dünde kalan mutluluğum ve başarılarımdı ve ben sadece
teğet geçerken hayata diklendiğim kadar haksızlığa ve kötülüğe ve zulme ve işte
üç noktalı özlemlerimle öznemi saklı tutmak adına verdiğim mücadele nihayetinde
zafere ulaşmıştı.
Bir uyak.
Bir ulaç.
Bir ünlem.
Bir uyruk.
Bir bulgu.
Bulantı.
Bulamaç.
Serkeş duyguların tahayyül edebildiği
kadar en uzağa erişmekse tek hayalimdi aslında hayal kurmak bile hayalim iken
ve ben hayatı ve şehri teğet geçip de içimi resmettiğim kadar mutluydum ve de
coşkulu tıpkı İstanbul gibi nazlı İstanbul gibi yalnız ve kalabalık aynı anda
ve iki yakamı bir ömür çekiştirirken biliyordum da imkânsızlığın şerh düştüğü
her imkân dâhilinde kendimle uzlaşmanın verdiği hem huzur hem rehavetle
kucaklarken de içimdeki yaslı şehri ve içimdeki çocuğu…