ŞEB-İ ARUS
“Şeb-i
Arus”, Mevlana’da sembolleşmiştir. Düğün Gecesi demek. Sevgiliye kavuşmayı
özlemek. “Şeb-i Arus”, Mevlana dilinden ölümün düğüne benzetilmesidir. Yani
Mevlana ölümü anlatır. Ölüm, onu asıl vatanına ve sevgilisine kavuşturur. Şeb-i Arus; Müslümanca yaşanan hayatın son
noktası, ölümün, Mevlanacasıdır.
Mevlana, ölüme gülümsüyor. Zaten ölüme
gülümsemeseydi, ölümü; “ŞEB-İ ARUS” olarak nitelemezdi. Mevlana’yı ölüme
gülümseten, ölümü düğün gecesi kılan duygu; “Ben Kur’an’ın kölesiyim, Muhammed
Mustafa’nın yolunun tozuyum” anlayışıdır.
Ölümün Mevlanacasına; Ölümün Müslümancası demek en
doğru olandır. Zira Mevlana, ölümün güzelliğini Kur’an’la buluyor. Kur’an
ahlakıyla ahlaklanan herkesin Müslümanca ölüme sahip olacağı kesindir. Şöyle
demek yanlıştır; “ne yapalım, biz Mevlana değiliz ki ölümü Şeb–i Arus yapalım…”
Allah, Kur’an’da; “Başkasına benzeyin, başkasını taklit edin, kendi aklınızı
kullanmayın” demiyor. Bu açıdan bakınca Mevlana’nın şu sözlerine itibar etmemek
mümkün olamamaktadır;
"Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı
mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma; bu
çeşit bir şüpheye düşme. Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına
düşersem, işte o zaman yazık yazık demenin sırasıdır.
Cenazemi görünce ayrılık, ayrılık deme. O vakit
benim buluşma ve görüşme zamanımdır.
Beni kabre indirip bırakınca; sakın elveda, elveda
deme. Zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya
batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batmak görünür; ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür; ama o, canın
kurtuluşudur.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan
tohumunda şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da, dolu dolu çıkmadı? Can
Yusuf’u ne diye kuyuda feryat etsin?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç. Zira
senin hay u huyun, mekânsızlık aleminin fezasındadır."
Mezarı canın kurtuluş yeri, ölmeyi batan güneşin
yeniden doğmaya hazırlığı olarak niteleyen Mevlânâ; Ölüm ile uyku arasında da
bir benzerlik kurar. "Uyku ölümün kardeşidir." sözüne ait fikirlerini
şöyle dile getirir:
"Ey kardeş, çünkü 'Uyku, ölümün kardeşidir.'. O
kardeş, bu kardeşten belli olur." (Mesnevi, İV/3084)
Sabahleyin uykudan uyanmak da, mahşerde dirilmenin
bir örneğidir:
"Sûrun üfürülmesi Hakk'ın bir emridir. Onunla
bütün halkın bedenleri yerden kalkar.
Sabah uyanınca aklımız nasıl bedenimize geliyorsa,
herkesin canı da öyle bedenine girer.
Her ruh, kendi bedenine girer. Kuyumcunun ruhu,
terzinin vücuduna girmez.
Alimin canı, o âlimin bedenine; zalimin ruhu, o
zalimin tenine girer.
Ayak bile karanlıkta kendi ayakkabısını keşfederken,
can niçin tenini bilmesin?
Sabah vakti küçük haşirdir. Büyük haşrı ondan kıyas
et.
Uyku ve uyanıklık, akıllılar için Ölümle mahşere iki
şahittir.
Küçük haşr, büyük hasrın; küçük ölüm büyük ölümün
örneğidir." (Mesnevi, V/l781-96)
Uyku ve uyanmak ile mademki her gün ölümün bir
benzerini yaşıyoruz, o halde bundan ders alıp, ölümü karşılamaya
hazırlanmalıyız:
"Ölüm için ihtiyat gerekir. Akıbeti, haşrı
görenler için de zevk u safa.
Ölümü Yusuf gibi gören, canını feda eder. Kurt gibi
görense, doğru yoldan ayrılır.
Ölüm, herkese kendi rengindedir. Saf ayna iyiyi de
kötüyü de gösterir.
Güzel yüz aynada güzeldir, çirkin yüz de çirkin.
Sen ölümden korkup kaçıyorsun. Bil ki seni asıl
kendi çirkinliğin korkutmada.
Gördüğün kendi çirkin yüzün, ölümün yüzü değil.
Canın o suretten ürktü.
İyi de, kötü de senden yetişmiştir. Çirkin de, güzel
de kendi elinle kazandığındır." (Mesnevi, III/ 3458-65)
Sen müminsen, tatlı isen; Ölümün de mümin olur. Kâfir
ve acı isen, ölümün de kâfirdir." (Ariflerin Menkıbeleri, II/12)
Mevlânâ; insanların ölüm gerçeğini görüp, dostun
huzuruna eli boş çıkmamalarını, ebedî hayat için hazırlık yapmalarını öğütler:
"Hiç bir ölü, Öldüğü için hasret çekmez. Ancak
taatinin azlığına yanar.
Yoksa Ölen kimse; kuyudan ovaya çıkmış, zevk u safa
meclisine ulaşmıştır.
Bu daracık matem yurdundan ferahlayıp, geniş bir
ovaya göçmüştür.
Orası doğruluk yeridir, orada yalan yoktur. Ayranla
sarhoş olan, has şarabı ne bilsin?
Orası öyle bir doğruluk yurdudur ki, Hak onlarla
beraberdir. Su ve çamurdan (bedenden) kurtulmuş, nur ile dostturlar.
Bu hayat için bir iki nefesin kaldı. Bari gayret et
de, ercesine öl." (Mesnevi, V/1774-79)
"Hayat imanla ebedîdir. Yoldaşın iman olursa
ölmezsin." (Mesnevî, III/3399)
Mevlânâ; iradî ölüm, zarurî ölüm, ölüm korkusu ve
ölüme hazırlığı şu iki mısrada özetler:
"Aşksız olma ki ölmeyesin. Aşkla öl ki diri
kalasın." (Rubailer, 181}
Ölümü güzelleştirmek için, Mevlana deyişiyle, “Şeb-i
Arus” kılmak için Kur’an’ı ve Resulullah’ı örnek almak kaçınılmazdır.
Hz. Peygamber (s)'in "Ben, güzel ahlakı
tamamlamak için gönderildim" hadisindeki espri ve Kur'an'ın O'nu prototip
olgun bir Müslüman örneği şeklinde ön plana çıkarması, sufilerin dikkatlerinden
kaçmayan, önemli bir husustur.
Bu nedenledir ki sufiler olgunluk yolunda, Hz.
Rasulullah (s)'in şemailini, ruhî özelliklerini, ahlakî yapısını anlatan
eserleri hayatlarına tatbik etmek üzere dikkatle okurlar. Bu kitaplarda,
Allah'ın örnek diye karizma yüklediği Hz. Rasulullah (s)'ı anlamaya çalışmak,
aynı zamanda Kur'an'ı yani Allah'ın kulları için arzu ettiğini anlamak
demektir. Zira, Hz. Aişe (r)'ye Rasulullah'ın ahlakı sorulduğunda, verdiği
cevap şu idi: " O'nun ahlakı Kur'an'dan ibaretti".
Kendisini, Rasulullah'a benzetip O'nun manevi
mirasına konanlar, Allah'ın Kur'an'da çizdiği Müslüman adam (homo-Coranicus)
tipine ulaşmış olurlar. İslam'da ahlak'ın kriteri Kur'an'dır ve bu Kur'an
ahlakını en güzel biçimde aktüel hale getiren kişi de, Hz. Muhammed (s)'dir.
Şayet, İslam ahlakının en güzel örneği (usvetun hasenetun) Hz. Muhammed (s)
ise, O'nun her yönüyle anlaşılması ve her Müslümanın hayatına yansıtması
kaçınılmazdır.
Ölümün Mevlanacası veya başka bir deyişle Şeb-i Arus
(Düğün gecesi)’a ulaşmak isteyenler, önderimiz, rehberimiz, sevgilimiz, her
şeyimiz olan Hz. Peygamberin hayatını örnek almalı ve O’nu iyi tanımalıdır.
Kur’anı, Sevgili peygamberimiz ve diğer bütün
peygamberleri kendisine rehber edinenlerin hayatı düzgün olduğu gibi, ölümleri
de Şeb-i Arus olur. Ruhen, bedenen huzur içinde olma arzusunu içinde
taşıyanların; “Muhammedü’l Emin Hz. Peygamberin Evrensel Mesajları”nı
içselleştirmeleri gerekir.
Sevgililer sevgilisi şöyle dua ediyor;
“Ey kalpleri
evirip çeviren Allah’ım! Kalplerimizi taatine çevir.”
“Allah’ım! Bana doğruyu ilham et. Beni nefsimin
şerrinden koru.”
“Allah’ım! Senden; yararlı bilgi, helal rızık, kabul
edilmiş amel isterim.”
“Allah’ım! Beni bağışla, bana merhamet et, bana
afiyet ve helal rızık ver.”
“Allah’ım! Açlıktan sana sığınırım. O, ne kötü bir
arkadaştır. Hainlikten sana sığınırım. O, ne kötü bir sırdaştır.”
“Allah’ım! Senden; sevgini, seni sevenlerin
sevgisini ve beni senin sevgine ulaştıracak ameli isterim. Allah’ım! Senin
sevgini, bana nefsimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle.”
“Allah’ım! Yaratılışımı güzel takdir ettiğin gibi,
ahlakımı da güzel eyle.”[1]
Hz. Resulullah (s)'ın ahlaki özelliklerini kısaca
verelim: "... Yüzünde nur-ı melahat, sözlerinde selâset, hareketlerinde
letafet, lisanında talâkat, kelimelerinde fesahat, beyanında fevkalade belagat
vardı. Boş konuşmazdı. Her kelamı, hikmet ve nasihat idi. Herkesin aklına ve
idrakine göre söz söylerdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Sohbetlerinin tadına
doyulmazdı. Rikkat-ı kalbiyyesi vardı. Her kötüye şefkat göstermiş, hiç bir
kötüyü cemaatinden kovmamış, ona merhametle elini uzatarak ıslahına çalışmış,
her zayıfa mürüvvetle davranmış, istek ve arzuları ile O, türlü türlü
insanlarla iç içe olup kaynaşmıştı. Kimseye fena söz söylemez, kimseye kötü
muamele etmezdi. O'na derdini anlatmaya gelen kim olursa olsun sözünü kesmez,
sonuna kadar dinlerdi. Mülayim ve mütevazi idi. Haşin ve galiz değildi.
Kendisine yapılan latife ve şakaları anlayışla karşılar ve onları incitmezdi.
Gerektiği zaman, ahlak çerçevesinde, onların şakalarına iştirak eder, bu konuda
onlara örnek olurdu. Kendilerine mahsus ciddiyet ve mehabetini, ashabıyla
kendisi arasında duvar yapmamıştı. Bununla birlikte O, yine de heybetli ve
vakur idi. O'nu isteyen, gören bir kimse derhal heybet ve muhabbetine
kapılırdı. Gülmesi tebessüm idi. O'nunla ülfet ve musahabe eden kimse, O'na can
ü gönülden âşık ve muhib olurdu. Fazilet sahiplerine durumlarına göre saygı
gösterirdi. Akrabasına çok ikram ederdi. Ancak, onları dinen kendilerinden
üstün olanlardan faziletli tutmazdı. Ehl-i beytine ve ashabına hüsn-i muamele
ettiği gibi, diğer insanlara da yumuşaklık ve lütufla muamele ederdi.
Hizmetkarlarını pek hoş tutardı. Kendi ne yer ve giyerse, aynısını onlara da
yedirir ve giydirirdi. Cömert, kerim, şefkatli, şecaatli ve halim idi. Ahd ü
va'dinde sabit ve kavlinde sadık idi. Hüsn-i ahlakça akıl ve zekavetçe cümle
nasa üstündü, her türlü medh u senaya layık idi. O'na bakan gözler, mahza
güzellik görürler. O'na yakın canlar, mahza güzellikle beraberdirler. O'ndaki
bu güzellik ruhu, kalbinin derinliklerinde yerleşmiş, hem bütün hasletleriyle,
hem de insanlarla-bilhassa zayıflarla, gönlü kırıklarla münasebetlerinde iradi
ve irticali olarak kaynaşmıştır. İnsanların yıkık kalplerini yapmaya,
hatırlarını hoş etmeye düşkündü, üzgünleri teselli etme fırsatını gözler,
onları incitmekten sakınır, küçük büyük bütün ashabını arar sorardı, ister
şöhret sahibi, ister şöhreti olmayan sıradan bir insan olsun, hepsine
birbirlerini gözettirir, müsavi tutardı. Fakir, zengin ayırt etmeden, kim davet
ederse etsin icabet ederdi. Karşılaştığı bir kimseye ilk selam veren, O olurdu.
Hususi olarak çocukların yanına gider, onlara da selam verirdi. Öfkelenmekten
bütün gücüyle sakınır, şayet öfkelenirse kendisini ruhen tedavi etmek için
namaza başlar ve Allah'ı teşbih eder bedenen tedaviye ihtiyaç duyarsa, gazap
anında ayakta ise oturur, oturuyorsa yan tarafına yatar, öfke anında bir
harekette bulunmaktan sakınır, kendine hakim olurdu. Rasanet ve sükunet sahibi
idi. O, hiç bir kimse hakkında kötülük düşünmemiş ve hiç bir kimse O'nunla
beraber olmaktan şikayet etmemiştir, işte bu, en geniş manasıyla güzel ahlakın
en güzel misalidir.[2]
Şeb-i Arusa ulaşmak bizler için mümkün değil mi? Bizler
bu güzelliği tadamaz mıyız? Eğer mümkün olmasaydı, Mevlana bu konuda Mesnevi
gibi bir güzellikler kitabı oluşturmaz, bu hususla ilgili şiirler kaleme
almazdı. Nasıl ki ölüm ile ilgili şiirleri ve görüşlerinde bizlere mesajlar
veriyorsa, ölümden; inançlı insanın korkmasının söz konusu olmamasını
istiyorsa, o vakit korkmamıza ve ölümümüzü Şeb-i Arus olarak telakki etmememize
hiçbir sebep yoktur.
İnsanlar niçin ölümden korkar? İnançları olmadığı
veya zayıf bir inanca sahip oldukları için. Ama korkunun ecele faydası yoktur.
Korksak da, korkmasak da ölüm bizi bulacaktır. İnansak da, inanmasak da ölümle
yüzleşeceğiz. Yerin milyonlarca kilometre altına girsek, gökyüzünün milyonlarca
kilometre üstüne çıksak... Ölümden kaçış yoktur.
Allah'ı seven, Allah'ın da kendilerini sevdiği
seçkin kullar için ölüm, sevenlerin kavuşmasını sağlar. Cenab-ı Hak,
“Habibullah”, yani Allah sevgilisi Hz. Muhammed'e sormuş: “Dünya hayatını mı
yoksa Dost'un katında olmayı mı tercih ediyorsun? Seni muhayyer bıraktım,
tercihini yap.” İşte o zaman Peygamberimiz "Refîk-i A'lâ'yı (En yüce
Dost'u)!” demiş ve son nefesini vermiştir.
Ölümü hoş karşılamak, Allah'ı sevmenin, O'nun razı
olacağı bir hayat sürmüş olmanın ve O'na kavuşma arzusunun bir tezahürüdür.
Nitekim Yüce Allah, Kur'an'da, "…Eğer sâdık iseniz ölümü temenni
ediniz" buyurmuştur.
Sufilere göre, dünya zindandır. Vefat eden bir
mümin, bu zindandan kurtulmuştur. Bir hadiste Hz. Peygamber, “Dünya mümin
için zindan, kâfir için Cennettir.” denilmiştir. Dünya bir kafes, ruh da
içinde kuştur. Ölen ruh, kafesten çıkmış, özgürlüğüne kavuşmuş ve ebediyet
semasına uçmuştur. Ruh bedende tutsaktır; ölümle hürriyetine kavuşur. Ruhun
esas mekânı ruhlar âlemi ve bezm-i elesttir. Asli vatanından bu dünyaya geçici
olarak gelmiştir ve esas vatanın özlemi içindedir; burada gariptir, ait olduğu
diyarın hasretini çekmektedir.
Sufiler arasında ölümü neşeyle karşılayanlar
olmuştur. İbnü'l-Cevzi şu menkıbeyi kaydetmiştir: "Çölde giden el-Kettânî
bir derviş gördü. Ölmüştü, ama gülüyordu. “Ölü olduğun halde gülüyor musun?”
diye sorunca şu cevabı almıştı: “Rahman'ın âşıkları işte böyle olurlar”.”
Ebû Said Ebu'l-Hayr'ın şöyle dediği nakledilmiştir:
Yâdında mı doğduğun zamanlar
Sen ağlar idin güler idi âlem
Öyle bir ömür geçir ki olsun
Mevtin sana hande, halka matem.
Ebû Said Ebu'l-Hayr, naaşı mezara götürülürken şu
dizelerin okunmasını vasiyet etmişti:
“Hebter ender cihan ez'in çe bured kâr
Dost be dost reft yâr ber yâr.”
(Dünyada şundan daha hoş hangi iş var? Dost dosta
gidiyor, yâr Yâr'a.)
Ebû Said'in cenazesi, defler çalınarak ve ilahiler
okunarak kaldırılmıştı.
Mevlana’nın ölümü nasıl anladığını bilmek için,
O’nun; “Şeb-i arus” anlayışını iyi bilmek gereklidir. Şeb-i Arus (Düğün
gecesi); mütefekkirin; hayatını Kur’ana göre düzene koyması, Allah’ın
emirlerini hayatında en önemli ilke sayması, Hz. Muhammed(SAV)’in sünneti
istikametinde yürümesiyle izah edilir.
Mevlana’daki ölüm anlayışı, tamamen İslami yöndedir.
Zaten aksi bir durum olmuş olsaydı ne ölümü; sevgiliye kavuşmak şeklinde ele
alınan ve şeb-i arus olarak telakki edilen bir tutum içinde olmazdı. Ona ölümü
sevdiren, hayatında kırık çizgilerin olmamasındandır.
Ölüm; Ruhun bedenden ayrılmasıyla maddi hayat
kaynağını kaybetmesidir. Ölüm, çok etkili bir vaizdir.
İbni Miskeveyh; “Ölüm, bir yok oluş değildir. O
bakımdan ondan korkmak anlamsızdır.” Der. Ölümden, günahkar olanlar korkar.
Nasıl olsa ölünecektir. O halde ölüme hazırlıklı olmak, hayatı tatlı kılmak
gerekmektedir. Korkunun ecele faydası yoktur.
Tövbekârlar ölümü unutmaz. Ârifler, özledikleri
Mevla’ya kavuşma yolunu açması sebebiyle ölümü hatırlar. İnsan, belli yaşa
geldikten sonra; ölümü daha sık hatırlamaya başlar.
İnsanın,
dünyaya dalarak Ahireti unutmasına, bedeni arzular peşinde koşmasına, ihtiras,
tamah ve bencilliğe kapılmasına engel olan, ibadetlere ve erdemli hayata
yönelten ölümün sıkça hatırlanması tavsiye edilir.
Hz. Ali (RA); “ölümü hatırlamak, hayırlı işlerin
yapılmasına sebep olur.” Diyerek, hayata daha kararlı ve dikkatli bakmamız
gerektiğini söyler.
Hz. Ömer (RA), ölümü aklından çıkarmamak için
yüzüğünün kaşına; “Ey Ömer! Vaiz olarak sana ölüm yeter” yazdırmıştır.
Ölümü hatırlattığı ve kalpleri yumuşattığı için
sevgili peygamberimiz, kabir ziyaretini tavsiye etmiştir.
Cüneyd-i Bağdadi, Kur’an okuyarak ruhunu teslim
etmiştir. Bu durumu bilmeyen, Bağdadi’nin, Allah ile olduğu şuurunda olmayanlar;
“Allah’ı zikret, O’nu hatırla” deyince; “Hiç unutmadım ki hatırlayayım”
demiştir.
Âşıklar da, şehitler gibi ölmezler. Bir derviş, Ebu
Ali Ruzbari’ye; “Hak âşıkları daima hayattadır ve ölmez” der. Yunus Emre;
“Âşık öldü diye sala verirler,
Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez” der.
Mutasavvıflara göre ölüm, üzülecek ve matem
tutulacak bir olay değil, sevinilecek bir husustur. Hak âşıkları, kendilerini
Mevla’ya kavuşturan ölümü bir vuslat gibi görür ve ondan; “düğün” diye söz
ederler.
Ebu Said Ebu’l Hayr; cenazesi mezara götürülürken;
-“Bundan daha hoş ne var? Dost dosta, yâr, yara
gidiyor” sözünü okumak gerektiğini söyler.
Hatemi Esam, ölümü;
-“Beyaz, siyah, kızıl ve yeşil olarak dörde ayırır.
Az yemeyi; beyaz ölüm, eza ve cefaya tahammülü; siyah ölüm, nefse muhalefeti; kızıl
ölüm, yamalı elbise giymeyi; yeşil ölüm” diye niteler.
Kur'ân-ı Kerîm'de "Her canlı (nefis) ölümü
tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz," (Ankebût, 29/57)
Ayeti, ölümün
her canlı varlık için mukarrer olduğu belirtilir.
"Biz
Allah'a aidiz ve yine O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) ayeti de ölümü bir yok oluş değil; insanın aslına dönüşü,
Allah'a kavuşması, gerçek hayatı ve ebedîliği kazanması olarak niteler.
Hz. Peygamber:
-"Müminler
katiyen ölmezler. Ancak sonlu bir âlemden, sonsuz bir âleme intikal ederler." hadisi de aynı şeyi anlatır.
Bu yüzden Mevlânâ, ölüme kara gözlüklerle bakmaz.
Mesnevinin ilk beyitlerindeki "ney" metaforu gibi, insan dünyada iken
gurbettedir. Ölüm, onu asıl vatanına ve sevgilisine kavuşturur.
Tasavvuf düşüncesinde ölüm iki türlüdür: İradî ölüm
ve zarurî ölüm. Zarurî ölüm; ruhun bedenden ayrılmasıdır, iradî veya ihtiyarî
ölüm ise; "Ölmeden önce ölünüz" prensibiyle "Fenâfillâh" a
erişmek, riyazet yoluyla nefsi (benliği) öldürüp, Hakk'ın varlığında yok
olmaktır. Mevlânâ iradî ölümü Fihi Mâfîh'te şöyle izah eder:
"O'nun
yanında iki ben sığmaz. Sen: 'Ben!' diyorsun; o da 'Ben!' diyor. Ya sen öl, ya
O ölsün ki, ikilik kalmasın. Fakat O'nun ölmesi imkânsızdır. Bu ne hariçte, ne
de zihinde mümkün olur. 'Çünkü O, ölmeyen bir diridir!' (Furkan, 25/58)
O; o kadar lütufkârdır ki, imkân olmuş olsaydı senin
için ölürdü. Fakat mademki O'nun ölmesi imkânsızdır, o halde bu ikiliğin yok
olması ve O'nun sana tecelli etmesi için, sen öl.
İki canlı kuşu birbirine bağlarsan; aynı cinsten oldukları
için iki tane olan kanatla, dört olduğu halde uçamazlar. Çünkü ikilik
mevcuttur. Halbuki buna ölü bir kuşu bağlarsan uçar. Zira ikilik kalmamıştır.
Güneşte o lütuf vardır ki, yarasanın önünde ölür; fakat buna imkân olmadığından:
'Ey baykuş! Benim lütfum herkese ermiştir,
sana da ihsanda bulunmak isterim. Sen Öl. Çünkü buna imkân vardır. Böyle yaparsan
benim yüceliğimin nurundan nasibini alırsın. Baykuşluktan çıkıp, yakınlık Kâfinin
Anka'sı olursun' diyor."
(Fîhî Mâfih, 38-39)
"Nefsini
öldürüp, Hak ile baki olmuştur. Bu sebepten Hak sırlarına aşinadır. Riyazette
tenin ölümü hayattır. Ten yok olursa, ruh ebedîleşir." (Mesnevî, 111/3386-87)
Mevlânâ; tabiî ölümü de bu hayattan ayrılıp, ölümü
olmayan ebedî bir hayata ulaşma olarak niteler. İnsan genel anlamda iki
unsurdan meydana gelmiştir: Ruh ve Beden. Ruh soyuttur. Zamana ve mekâna bağlı
değildir. Bu itibarla ölümsüzdür. Ruh bu sıhhati Cenab-ı Hak'tan almıştır. Hay
ve Baki (diri ve ebedî) sıfatlarının sahibi olan Yüce Allah, kendi ruhundan
insanlara ruh üfürmüştür (Hicr, 15/29). Bu sebeple ölüm ile bedenin yok olması,
Cenab-ı Hak ile insan arasındaki perdenin kalkmasıdır. Nitekim bir fizik kanunu
olarak hiç bir varlık yoktan var olmaz, var ise yok olmaz; ancak bir halden
diğer hale geçer. Dolayısıyla ölünce beden kafesinden çıkan ruh, aslına döner.
Mevlânâ bu fikirleri:
"Ölüm
kavuşmadır; cefa etmek, kin gütmek değil" (Rubailer, 38);
"Ölürsem
ben, öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, dirildim; dost aldı, götürdü beni." (Rubailer, 100) sözleriyle dile getirirken,
kendisinin bu âlemden ayrıldığı geceye de "Şeb-i Arûs” (düğün gecesi)
denilmiştir.
“ŞEB-İ
ARUS” sadece Mevlana’ya has değil. Gerçi onda sembol haline gelmiş, onun
dilinde ölüm güzelleşmiş ama her Müminin, her Müslümanın, önce hayatını ilahi
kurallar çerçevesinde güzelleştirmesi gerekir ki “ŞEB-İ ARUS”a kavuşsun. Yani
Maşukuna vuslat etsin.
Ne
mutlu, hayatını ve ölümünü güzelleştirenlere! Ne mutlu ölmeden önce ölenlere! Her
birimiz, Mevlana gibi, ölümü Şeb-i Arus yapabiliriz. Kur’an, bize bunun
yollarını gösteriyor. Kur’an, boydan boya; insanı inşa eder. Hayatta kırık
çizgileri olanların kırıklıklarını yok eder. Müslümanlığı; yaşayan bir dinamik
olarak görür. Kavli dua yerine, fiili duanın önemine vurgu yapar. Allah’ın;
“sizin duanız olmasa Allah size ne diye değer versin” tarzındaki ifade ve uyarı
bizleri derin derin düşündürmelidir.
Bu,
şu demektir; sizin gayretiniz, çabanız, aksiyoner tutumunuz, eyleminiz, Allah’a
yaklaşmak için emek vermeniz, beyninizi çalıştırmanız, aklınızı kullanmanız
olmasa… ne değeri olur? Yattığımız yerden gökten ne altın yağar, ne de gümüş!
Kimse bizim yerimize namaz kılmaz, oruç tutmaz, zekat vermez!... bizim yerimize
düşünmez. “Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görür, kim zerre miktarı
kötülük yaparsa onu görür”. Herkes kendi günahından sorumludur.