gece ve ben
baş başa
yıllardan beri
baş başayız zaten
baş başa kaldığımızda
gece de yalnız
bende
birbirlerinin ciğerlerini sökmek için
fırsat kollayan iki düşman gibi
başbaşayız geceyle
gece pençelerini bütün uzviyetime geçirmeye hazır
sürüde ki koyunu gözeten kurt gibi gece
acı acı uluyor
bir kurt ki gözleri pırıldamıyor
bir kurt ki soluğu buz gibi soğuk
ve gece...
içindeki sessizlik olmasa
kitapların saçtığı aydınlık olmasa
ben ne yaparım
fakat artık yazma iştahım yok
şimdi bütün sevdiklerim mışıl mışıl uyumakta
ben dudaklarımda sigara
sigaram da sönük
ağzımda zehir gibi bir tat
gece kitap okumayı dedemden öğrendim
köyde ki evin üst katında bağıra bağıra
kitap okuduğunu hatırlıyorum
sonra şehre göçtük
kenar mahallede iki katlı bir evde
en tatlı hatıralarımdan biri
babamın çocuklarını etrafına toplayıp
yüksek sesle kitap okumasıydı
şiirin büyülü dünyasına o kitaplarla girdim
ben…
ilk hikaye
ilk roman
ilk şiir
sonra kendim yazmaya başladım
kitaplar ve gece arasında
onca yıl gelip geçti işte
kimi zaman gözyaşlarından inci yaptık
kimi incilerin bir sevgili kakülünde pırıldadığını gördük
zavallı gözyaşlarım
en sadık dostum oldu
şairin kaderi bu olsa gerek
o gecelerde
mustafayı hatırladım
sağmacılar zindanında ölüm saatini bekleyen mustafayı
delikanlıydı
yüreğinde en muhteris vatan sevdası vardı
memleketini ihtirasla seviyordu
necdeti hatırladım
necdeti ve onun sevgilisini
halime henüz taptaze bir başaktı
yeşil bir başak gibiydi gözleri
ve yeni açmış bir gelincik
ve necdet ölmek istemiyordu
hele ki idam edilerek
ölüm bu
kovaladıkça kaçan
kaçtıkça kovalayan insafsız heyula
ama mesuttular
son görüşmede
genç sevgililerin bakışlarında
aşkın yıldız yıldız pırıldadığını gördüm
seksenlerde kodes bir nevi devlet nişanıydı
kaderin bileklere taktığı prangalardan kurtulmak için
ölmek…
dekorsuz
poz almadan
batan bir güneş gibi ihtişamlı
mütevazı bir gecekondudan
görkemli bir şatoya geçer gibi
realiteden tarihe geçmekti ölüm
ah bir inanabilseydiler öyle olacağına
idama gidenler
o ıstırap gayyasında
aylarca kalır mıydı
işkencenin kucağında karanlık gecelerce
neredesin
ey ölüm…
yanan ruhumu müşfik avuçlarında dinlendirecek meçhul dost
toprak olmak
bağrında çiçeklerin yükseldiği bir toprak
ve çiçeklerle yaşamak...
artık geceleri de sevmiyorum
belki her şey yalan
yalan dünya gibi
sevilen bir sesin
seven bir sesin sıcaklığı
bütün bu soğuk düşünceleri dağıtabilir ancak
nerede o ses
biliyorum bütün geceler ıssız olur
saatlerin saniyeleştiği endişe peronlarından
saatlerin asırlaştığı gayya cehennemine yuvarlanan
o ses nerede
kelime leşleriyle dolu kafatasım
horon tepen mefhumlar
kaypak
insicamsız
ipliği kopmuş tespih taneleri gibiler
her biri bir tarafa dağılıveren düşüncelerle
doluyum şimdi
ne zaman gözlerimin yıldızı
bu heyulayı dağıtıverecek
üzerinde uzun şiirler yazdığım masa
onca eziyetime maruz yıllarca
şikayetsiz
emrime amade
oda biliyor ki
hikayeler romanlar şiirler
üstüne düşen her kelime
ahenkleşen her üslup ebedileşiyor
onun için suskun
şiirler yazıyorum
inanıyorum ki nağmeleri dudaklarda dolaşacak
gözyaşlarıyla ıslattığım o kağıt parçaları
birilerinin zihninde menekşeleşecek
bahtiyar edecek hayallerini
kelimelerin
kalemin kainatı
kırık bir kalem
soğuk bir oda ve sessizlik
her nefeste
fani hazlardan
hayatı iksir gibi yudum yudum içen
ebedi besteler yapan büyücüler gibi
güzelden gazele uçacak kelebekler
yıllar…
kanatlarını koparıncaya kadar
redfer