Bildiğiniz gibi bir ayı geçkin bir süredir Muğla İli Seydikemer İlçesi Döğer köyünde ikamet etmekteyim.
'' Ne işin var oralarda?'' Diye soracak olanlara cevap vermeye kalksam roman olur, o sebeple o kısmı pas geçiyorum.
Evet, tabiatla başbaşa, tamamen yeşillikler içinde, bir yanı mısır, diğer yanı susam tarlası ile çevrili iki katlı bir evin üst katındayım. Gece köpek sesleri ile uyuyor, gündüz horoz sesleri ile kalkıyorum. Kısacası huzur dolu buralar. Zaten beni buralara atan en önemli sebep de buydu.
Tam karşımda köyün okulu var: Hem ilk okul hem de orta okul aynı bahçe içinde ve ben oldukça özlemiş olduğum çocuk cıvıltılarını, Hababam Sınıfı filminin fon müziği olan teneffüs ve derse giriş zilinin sesini dinliyorum evimin çok geniş balkonundan.
Ha, bu arada hemen belirteyim: Ev bana ait değil, kiracıyım. Hayatım boyunca bir ev sahibi olamadım. Maalesef meslektaşlarımın neredeyse hepsi Turgut Özal'ın '' Benim Memurum işini bilir.'' kuralı mucibince işini bilip ev, araba, arsa, yazlık, kışlık alırken ben hep altı nüfus ailemi zar zor geçindirdim bir kuru maaşımla.
Evet, güzel bir yerde, temiz hava, temiz gıda yaşayıp giderken geçen hafta kapım çalındı. Açtım, karşımda kırklı yaşlarda bir köylü kadını:
- Buyur bacım.
- Senin öğretmen olduğunu duydum da onun için geldim.
-Evet, emekli öğretmenim.
-Hocam, bende bir oğlan var. Dersleri biraz zayıf. Ona ders verir misin? Ücreti neyse veririz.
Hani yukarıda bahsetmiştim ya '' Benim Hiç evim, arabam, arsam olmadı'' diye; işte sebeplerden biri şimdi karşımdaydı. İstesem kadına '' Tamam. Saati şu kadar para.'' Diyebilirdim ki o ev, araba, arsa, vs. alan öğretmen arkadaşlarım genelde bu yoldan mal-mülk sahibi olmuşlardı. Ben ise her zaman, bildiğim bir şeyi para karşılığı öğretmeyi kendime zül, mesleğime ihanet olarak görmüşümdür. Yani hayatım boyunca çok özel ders verdim ama paralı özel ders hiç vermedim.
-Bir borcun olmaz bacım. Sen çocuğu gönder, elimden geldiği kadarıyla yardımcı olurum.
Kadın sevinç içinde ayrıldı.
Bir iki gün sonra baktım, yanında iri kıyım 12-13 yaşlarında bir erkek çocukla geldi kadın, elinde bir poşet dolusu ıslak tarhana ile.
-Hocam ! Taleben bu. Bu da tarhana, yapar sıcak sıcak yersiniz.
İçimden '' Bacım ben toz tarhanayı güzel yaparım da bu ıslak tarhana nasıl pişer?'' Diye geçse de kadına sormadım zira çocuk içeri adımını atar atmaz benim odaları gezmeye başladı.
Belli ki bir şeyler vardı bu çocukta. Hiç de normal olmayan bir şeyler. Bir şeyler derken kastettiğim hırsızlık gibi bir şeyler değildi. Bu memleketi bilirim. Burada her şey olur ama hırsızlık olmaz. Kaç gece balkonda bıraktım bilgisayarımı; hiç korkmadım çalınır diye.
Yanıma çağırdım ve adını sordum. O cevap vermeden önce de içimden ''Garanti ya Ramazan'dır, ya Recep... Ya Osman'dır, ya da Yusuf...'') Diye geçiriyordum zira buralarda en yaygın isimler bunlar. Nitekim tam isabet sağlamışım. Çocuğun adı ev sahibim gibi Ramazan imiş.
Ramazan sandalyeye otururken birden boynuma sarıldı. Ben daha '' N'ooluyor lan?'' Demeden eğildi elimi öptü.
-Teşekkür ederim Ramazan ama bana fazla sarılma. Hastayım biraz. Sana da bulaşmasın. Şimdi aç kitabını defterini, dersin neyse ona bakalım.
Allah Allah... Ben Ramazan'a dedim lakin annesi çıkardı defteri kitabı çantadan, Ramazan'ın önüne koyup çalışacağımız sayfayı açtı.
Evet, Matematik çalışacaktık. Çalışmasına çalışacaktık ama orta ikinci sınıfa giden Ramazan, çarpım tablosunu bilmiyordu. Toplama işlemlerinde oldukça zayıftı. 3+5= işlemini bile parmak hesabıyla yapıyordu. Velhasılıkelam işim zordu.
İşlemleri, anlatarak yapmaya başladıkça gördüm ki Ramazan, üzerinde durulsa pek çok şeyi başaracak. Başarmasına başaracak da... (Burada niçin durdum az sonra anlayacaksınız.)
- Ramazan, yanlış oldu o işlem. Sil, yeniden yapalım.
Annesi hemen atılıp yanlış yaptığımız soruyu silmeye başladı.
Allah Allahhh. Benim öğrencim Ramazan mı Annesi mi?
-Ramazan, beş kere sekiz kaç eder.
Ramazan düşünüyor. Annesi atıldı:
Ramazan '' Kırk'' diyeceğine kalktı masadan. Herhalde çişi geldi diye düşünüyordum, yanılmışım. Oğlumun odasına gitti ve ona '' Abi sen ne iş yapıyorsun?'' Diye sordu. Belli ki matematik çalışmaktan sıkılmış, muhabbet etmek istiyordu.
- Ramazannn. Hani ne demiştik? Hani kimsenin evinde izinsiz dolaşıp durmayacaktın? Haydi gel buraya dersine devam et.
Neyse efendim, Ramazan geldi ve derse devam edip tüm soruları cevapladık. İşin ilginci bir iki örnek problem çözünce Ramazan üçüncüsünü kendi yapabiliyordu. Hani yapamasa da nasıl yapılacağını biliyordu. ( ''O nasıl şey öyle?'' Diyecek olursanız: Mesela iki sayının çarpılması gerektiğini kavramıştı ama çarpamıyordu çarpım tablosunu ezberlemediği için.)
Bir iki gün sonra Ramazan, annesi ve bir poşet yufka ekmeği ile kuru soğan geldi bizim eve.
''Yahu yapmayın, bir şey getirmeniz gerekmez.'' Desem de eli boş gelmiyor kadın.
Ramazan'la yine Matematik çalıştık. Öteki dersleri yapıyormuş annesinin dediğine göre, tek matematiğe kafası basmıyormuş.
Neyse, ben '' Bir sayıyı onla çarpmak için o sayının yanına bir sıfır ekleriz.'' Dedikten sonra Ramazan'a sordum:
-On kere on kaç eder Ramazan?
Ramazan az düşününce anası atıldı:
-Yüz eder desene Ramazan. Bir sayıyı onla çarpmak için yanına bir sıfır ekliyorduk ya.
Anne bayağı bayağı matematik öğreniyordu ama Ramazan'da ilerleme bir hayli yavaştı. Yani öğrencim annesi olsaydı işim kolaydı ama Ramazan'la işim zordu. Hele de annesinin bu aşırı koruyucu tutumu işleri daha da zorlaştırıyordu.
O gün de öyle geçti. Anne, Ramazan'ın ödevlerinin eksiksiz bir şekilde yapılmasından memnun lakin ben memnun değilim zira Ramazan ödevlerini bana yaptırıyor ama kendisi pek de bir şey öğrenemiyordu. Daha doğrusu öğrenme oldukça yavaş ilerliyordu. Yine de tamamen umutsuz bir vak'a değildi lakin bu çocukta kesin bir şeyler vardı. Az buçuk tahmin ediyordum ama emin olmalıydım. Çocuğun çantasını bile annesinin taşıması, oğlu koskoca bir delikanlı olduğu halde devamlı onunla birlikte gelmesi pek hayra alamet değildi.
Dün ( 03.10.2023 kapım yine çalındı. Bu sefer gelenler Ramazan ve yanında kırmızı suratlı bir adamdı. Yani bu sefer babası ile gelmişti. Ha unutmadan, bir poşet taze fasulye ve bir adet de taze acur ( bir çeşit hıyar ) getirmişlerdi.
Bu sefer ilk kez matematik dışında da bir ödevi de vardı Ramazan'ın: Bir kompozisyon ödevi. Tabii ki kompozisyon, kurallarına uygun yazılacaktı ve işin güzeli Ramazan pek çok yazar arkadaşımızdan çok daha güzel bir kompozisyon yazmıştı. Sadece özel isimlerin ilk kelimelerinin büyük harfle başladığını unutmuştu ve bazı kelimeleri gereksiz yere tekrar etmişti.
Kompozisyonu düzeltirken bu sefer de babası karıştı işe:
- Bak! Hoca paragraf diyor. Paragraf yapsana.
-Lan oğlum içeriden yazsana !
-Lan bak ! Hoca başlıkla ana konu arasında az boşluk olsun dedi. Boşluk bıraksana.
-Lan adresi doğru yazsana.
Anne sorundu ya, baba daha da bir sorundu.
Matematik ödevlerine geçtik.
-Eveeet Ramazan. Burada ne yapmamız gerekiyor? Bak geçen geldiğinde öğretmiştim bunu.
-Evet, hatırladım. Çarpma yapmamız gerekiyor.
-Aferin, çok güzel. Çarp şimdi on sekizle dördü.
Ramazan düşünüyor kara kara kara.
-Ne düşünüyorsun Ramazan? 4 kere sekiz kaç eder?
Ramazan hâlâ düşünüyor. Babası atıldı.
- Dört kere sekiz kaç eder lan?
Ramazan titremeye başladı.
Ben yumuşak bir sesle konuştum:
-Ramazan ! Çarpım tablosunu ezberlemeden olmaz. Bu çarpımları mutlaka bilmen gerekir.
- Çarpım tablosunu bilmiyorsun ama ''Babam çok içki içiyor.'' diye beni herkese şikayet etmesini biliyorsun değil mi.
Adamın suratının niçin bunca kırmızı olduğu da anlaşılmıştı.
-Yalan mı? İçmiyor musun? Sen içme ben de şikayet etmeyeyim.
Yok, resmen aile kavgası başlayacak. Lafa girdim.
-Ramazan ! Biz dersimize bakalım olur mu?
Ramazan bir daha eğildi işleme ve hayrettir ki bu sefer eksiksiz çarptı on sekiz ile dördü.
Geçmesine geçtik ama Ramazan takıldı yine. Başladı toplama işlemini parmaklarıyla yapmaya.
-Olmuyor Ramazan. Orta ikinci sınıf öğrencisi olarak artık parmakla toplama yapmaman lazım.
-Evet Ramazan Efendi ! Parmakla toplamayacaksın. Adam gibi kafandan toplayacaksın.
İçimden '' La Havle vela kuvvete illa billah.'' Desem de adama bir şey demedim. Ama bu arada baktım Ramazan işlemi yapamıyor. Takıldı kaldı.
-Tamam Ramazan. Parmaklarınla topla. Ama yavaş yavaş bunu terk etmen gerekiyor.
-Parmakla toplama yok. Bırakacaksın parmakla toplama yapmayı.
Ramazan kafasını tuttu. Belli ki canı yanıyordu ve o halde konuştu.
-Kafam acıyor. Hanginizin dediğini yapayım?
Evet, ortada Ramazan'a fiziksel acı verecek hiç bir şey yoktu ama gerçekten kafasının acıdığı her halinden belliydi. Rol yapmıyordu yani.
- Senin öğretmenin benim. Benim dediğimi yap.
-Ben hocanın dediğinden farklı bir şey mi diyorum ulan?
Bu sefer Ramazan yine başını tutarak ve '' Başım acıyor.'' Diye bağırarak ağlamaya başladı.
Ortada fiziksel bir dokunma söz konusu olmadığı halde bir çocuğun niçin başı acır ve böylesine göz yaşı dökerdi ki? Sanırım tahmin ettiğim durum söz konusuydu Ramazan'da. Merakla sordum babasına?
-Beyefendi ! Ramazan'ın psikolojik bir sorunu mu var?
-Evet Hocam. Ramazan Hiperaktiftir.
Mesele anlaşılmıştı ve tam olarak tahmin ettiğim şeydi. Adama biraz da sertçe seslendim:
- Şimdi sizden rica edeyim: Öğrencimle beni başbaşa bırakın. Siz çıkın dışarı.
Babayı dışarı sepetledim. Ramazan da anında ağlamayı kesti.
- Eveeet Ramazan. Baban gitti. Şimdi biz seninle başbaşa kaldığımız yerden devam edelim.
Kaldığımız yerden devam ettik ve işin en güzel tarafı babası çıkar çıkmaz Ramazan, o çözemediği problemleri çatır çatır çözmeye başladı. O çözdükçe ben ''Aferin Ramazan.'' Diyordum ve sık sık da '' Çak '' yapıyorduk neşe içinde.
Ramazan birden ayağa kalktı ve o iri gövdesiyle beni kucakladı.
-Sen çok iyi bir öğretmensin.
Evin de, arabanın da, arsanın da, paranın da, dünyanın tüm servetlerinin de canı cehenneme. Bir çocuk tarafından bir öğretmene takdim edilen şu ödülden daha büyük bir zenginlik mi vardır bu dünyada?
****
NOT: Bana öyle geliyor ki Ramazan'la daha çok hikayelerimiz olacak. Bir dahaki hikayede onu sizlerle daha yakından tanıştıracağım.