‘’Mesele büyük değil,
Derin değil,
Apaçık, ortada ve dumana karışmış durumda.
Mesele ileri değil,
Pay değil,
Şimdi, acı ve ölü sesleniyor.
Seven insan acır,
Seven insan hisseder,
Seven insan seçer.’’(Alıntı)
Bir düş idi ördüğüm sırma saçlı hayallerimin beşik
kertmesi bense sıradanlığın dizildiği bir enlemde boylam olma derdindeyim:
Tüneyen iç sesimin.
Kırılan lades kemiğinin…
Hatta uzaklarda ölürken fısıldayan çocukların
sesini duyabildiğime yemin edebilirim.
Seken heceler var ihbar edilesi.
Sarkan siluetler var nice maske takılası.
Sırların aynası var aynaların zevcesi…
Bense ıssızlığın kâmili dünde unuttuğum pür
neşemin istikbalini sorguluyorum nicedir.
Nicem.
Niteliğim.
Eşref saatimde saklı bir tebessüm dilediğim
kadar Tanrıdan.
Kutsanmış zaferlerin.
Yenik düşmüş şövalyelerin.
Zemheride saklı ölü polenlerin…
Aslında kendimin sadece kendimin sağdıcıyım
solumda saklı o ulema sağ elimden düşmek bilmeyen kalender kalemim ve
nesirlerde saklı tuttuğum şiirlerimin hikâyesinden de fazla bir azapta bir
tarafta bir de Araf’ta ikame ettiğim kadar da sarrafıyım iç sesimin dünde
kalmış kitaplarımla sahaflara duyduğum özlemin kitap kokusunda saklı
kalmışlığım kadar kitapların sayfalarında unuttuğum kuruttuğum çiçeklerin de
yerlisiyim.
Kendimin yabancısıyım da sair zaman.
Günde saklı mademki ahir zaman.
Ve işte misafir ettiğim beyitlerde bir ömürlük
öde öde bitmeyen diyetlerde ve yarım kalmış hangi hayalimse bodoslama sevdiğim
insan izleklerinden de firarımdır kendimi en yetkili mercie ihbar ettiğim.
Kulp takanların kırık fincanıyım.
İçinde unuttuğum soğuk çayların demiyim.
Derdiyim de insanların mecalim noksan ve
dermanı Allah katında aradığım…
Yetmezmiş gibi kendimle iştigal.
Bu da yetmezmiş gibi kendimden uzak.
Gayesiz geçmeyen hayatımın sarı benizli
mazisinde kolaçan ettiğim kadar arkamı önünü alamadığım duyguların kâh
yabancısı kâh yerlisiyim.
Bir tutamağım da kalmadı hani hayatla kendimle
cebelleştiğim kadar cebbar gölgelerin uzağında cirit atsam ne ki firarım
kendimden fevri mealimden dökülen her hece her sözcük kemale ermemiş bir
çocuğun tutulan nutkuna tercüman iken yazdıklarım bir de yazmadıklarım
yetmezmiş gibi yazıp da yastık altı yaptığım.
Düşlerle döşeli salon.
Hüzünle serili arka bahçem.
Kapısı olmayan bir dergâh konuşlandığım.
Yetmezmiş gibi gittiğim kapılardan kovulduğum.
Düşümün de kovuğunda kalır yazdığım gerçekler.
Yetmez ama…
Azığımdır ruhumdan firar eden her hayal.
Azadesi hayatın emre amade yaşadığım
yaşattığım efkârın da ön sözüdür hem yazdıklarım da keşke bundan ibaret olsa.
İbresi gövdemin.
İman çeşmesinde içtiğim zemzem suyu.
Kaynakçamsa illa ki hüzün.
Beyitlerin tekelinde.
Donanımlı yüreğimin seyrüseferinde.
Bir koşu öldüğüm.
Bir koşu doğduğum zemherilerde değil üşümen
sıcaktan içimdeki buzulların eridiği…
Duyulmazı da duyanım:
Çocuk olmak varmış bu dünyada çocuk kalmak
varmış meğerki annesinin dizinin dibinde…
Oysaki çocukların öldüğü çocukların canının
yandığı bir meyyalde yaşamak da varmış elbet adına yaşam denirse.
Olup bitenin de ötesinde bir çocuğun bedenine
dokunan elleri cehennemde yaksın İnşallah yüce Mevla.
Kıpraşan bir isyan kımıltısı cihanın ve
dengelerin bozulduğu…
Keşke çocuk kalsaydım da görmeseydim dünyanın
geldiği son noktayı hatta çocuk yaşımda ölseymişim de ruhum da yüreğim de bu
denli yara almasaydı bu denli tutuşmasaydı.
‘’Şimdi, acı ve ölü sesleniyor.
Seven insan acır,
Seven insan hisseder,
Seven insan seçer.
İlerde bir soru sorarlarsa çocuklarımız:
Adı,
“Neden artık gökyüzü kırmızı baba?” diye olursa,
Çok ağır susarız.
Şu an ağır susuyoruz,
Neden gökyüzü kırmızı baba?’’(Alıntı)
Seçemediğim kadar hayatımı, kaderimi kederimle
iştigal.
Yaşadığım kadar da yaşatacağım çocuk yüreğimi
varsın sesimi duymasınlar tıpkı ölen çocukların da ahı yerde kalmayacakken…
Kırık kalplerin, kulp takılan kırık
fincanların da kaderi ve çocuk olmanın çocuk kalmanın ödetilen bedeli diyeti…
Üzgünüm, anne.
Tek üzgün olan da ben değilim hani…
Hoş gelmiş yeni yıl…