‘’Oğuz
Atay, Tehlikeli Oyunlar’dan Bilge’ye Mektup
Sevgili
Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya
da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz
yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet
içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak
konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım.
Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de.’’(Alıntı)
Bir arayışın
süremediğim sefası en çok da yaratılmışlığın can yakan cefası.
Gerçekler ve hayal âlemi;
göğün kereveti yerkürenin atmış beti benzi.
Kürediğim kadar
hayatı küskünlüğümün arttığı ve ihmal ya da ihtimalden çıkıp da yola kendime
varmakla birileri tarafından kabul görmek arasında kurduğum o gereksiz b/ağ.
Bir ayrıntıdan
çıkıp da yola asla varamadığım resmin geneli.
Hüzün coğrafyasında
seken yaralı kuşun ne kanadına sahibim ne de kuluçkaya yattığım bir yumurtanın
üzerindeyim her ne kadar kuşlara öykünsem de kuş olmadığım kadar da gerçeğim
gerçekçi olmanın derdinde olsam bile halen hayallerinin peşinde koşan bir
Külkedisi.
Uzağında kaldığım
kadar hayatın boyumun da uzamadığı gerçeği ve yakın bildiğim kimse yüreğimden
atamadığım ama kendimi en uzağa en izbeye fırlatmışlığım.
Günbegün bir şeyler
değişir diye ümit etsem bile değişen sadece takvim yaprakları.
Aklımın
coğrafyasında neler neler yok ki.
Belki kuru bir dere
yatağı belki kurumuş bir ağacın gövdesi kovuğunda saklandığım kalemimi kalkan
gibi kullandığım yetmezmiş gibi duygularını gagalayan bir kalem-kakanım mademki
sözcüklerdir racon kesen mademki imgelerdir ve şiirler tek muhatabım.
Aklın yolu bir olsa
bile birden fazla yol arayışında kendimden saptığımdan da öte sevginin
ibaresinde lezzetli bir yemek arayışında nasıl ki duygularla ve acıyla
besleniyor kalemim ve işte en lezzetli şiiri yazmak için mademki yol uzağımdan
geçiyor mademki nefsimin tuzağına düşüyorum ve işte dizginleri kaleme devredip
dizili cümlelerin bekleyişinde geçiyor günüm ve ömrüm.
Kavramlar arasında
ip atlarken sözcüklerim ve tüm söküklerimi illa ki kalemle dikeceğim o halde
duygular fora, sözcükler yelken açsın yarınlara demenin de bir adım ötesinde:
Önce kendime
rastlarken akabinde kendimle restleşip dişimi göre hüzünler arıyorum yüreğin
coğrafyasında başımı yasladığım bir dağ iken aşkın emaneti ve Rabbim iken tek
sırdaşım alı al moru mor duygulardan ziyade karanlığın içinde kalmanın verdiği
etkileşim ile sadece bir ışık diliyorum evrenden; kalemimi ve yolumu
aydınlatacak bir ışık.
İçimde saklı olsa
bile o ışık sönmeye yüz tutmuş.
Sevdiğim kadar
ruhumu ısıtan onca yazı ve şiir gelin görün ki: hala esaretindeyim buzdağının.
Tünediğim bir dal
iken ziynet bildiğim kalemin ısrarına dayanamayıp beyaz sayfayı doldurma
isteğim bazense kırık daldan düşüp kırgın kanatlarında evrenin kıtlama yaptığım
iken iç sesim, kırıtan imgelerden başımı alıp da delicesine kendimden gitmek
istiyorum.
Gidemediğim
coğrafyalar saklı uzağımda.
Gitsem bile
kendimden yine kendime döndüğüm ve yolculuğumu kendimle kısıtlamasam bile
canını kimse benim kendimi yaktığım kadar yakmıyor işte.
Göreceli duygular.
Görüntüden ibaret
düşünceler.
Mantıkla çelişen
hayal dünyam ve ben öğrencilik yıllarımda olsun kısa süren meslek hayatımda
olsun sayılarla denklem ve formüllerle sıkı bir b/ağ kurmuş olsam bile
duygularımın eşliğinde yaşadığım kadar bir ömür duygular nasıl ki kursağımda
takılı kalıyor ve işte her bir duygumu somut hale getirmenin de ta kendisi
kalemimin kâh kürediği kâh kükrediği hele ki sustu mu iç sesim, betimin
benzimin attığı ve de o dış ses ne zamanki baskın çıksın ya da âlem çeksin
elini eteğini benden…
Dumanlı başım.
Baş veren bir filiz
misali sözcüklerin renginden çaldığım karanlığa çalım attığımdan da öte ve işte
itiraf ediyorum:
Benim sadece bir
tek düşmanım var o da dostlar başına ve dostlarım kadar canımın yanması değil
resmen cayır cayır yandığım ne zamanki rest çeksem içimdeki masum yaralı çocuğa
ve işte akabinde infilak eden iç sesimin de dayatması iken kendimi arayışımın
asla nihayetlenmediği.
Bulsam da defalarca
kendimi başka başka diyarlarda.
Bir bulmaca gibi
içimdeki şifreyi güncellemek adına günbegün izini sürdüğüm ilham perimin de tek
çekincesi yok iken ve sınırlarım ne zamanki ihlal edilsin kırmızıçizgimi
dayatıp soluksuz şakıyor kalemim.
Ne gül vasfım
tanımlamaya yeter ne de konuştuğum bülbülün dilinin belası ve ruhumun tarhındaki
o gelincik tarlası hem kırılgan hem mistik hem şaşkın hem de âşık iken aşka
körelmesin diye sözcüklerin devamını getirmekle yükümlüyüm kendimi arayışımın.
Külfetli bir
yolculuk.
Küskünlüğüm hem
kendime hem dünyaya.
Bir kusur ararken
insanlar bir de küsuratlı duygularını yuvarlarken sıfıra ve işte kan kaybeden
yüreğimin kanamalı doğasında aralıksız ettiğim duaların hatırına hatmediyorum kâinatı.
Sözcükler ve sıra
sayı sıfatları ve alfabenin lal harfleri yoksa ihlal edilmiş m demeliyim ve inkâr
edemeyeceğim kadar içimdeki boşluğu hoşluğa çevirmek adına yazıyorum aslında
her beyaz sayfa ruhumun birer kopyası ve yeryüzündeki tek dikili ağacım kalem
olsa bile maddi anlamda bir getirisi olmasa bile ruhumun eşkâlini de bire bir
yansıtan.
Hummalı bir günün
noktalanmasına saatler kala.
Ne Oğuz Atay’ım ne
de Bilge Karasu lakin kalemlerine vakıf olduğum kadar da öykünüyorum
dostluklarına.
Ve karşılaştığım
her insanı kolaylıkla dostluk makamına yerleştirirken biliyorum da aslında tek
dostumun olmadığını ve olmayacağını da lakin hayal dünyam anbean bunu
reddettiği için günbegün de büyüyor arayışım:
Hem kendimi hem de
dost arayışımı sonlandıramıyorum bu yüzden her yeni gün benim için umut
anlamına geldiği kadar hayatımı ve kalemimi illa ki güncelleme ihtiyacı hissediyorum.
En başta sevgimi
bonkörce sunduğum.
Saygıda da kusur
etmezken…
Yüreğimin infilak
etmesine saniyeler kala yeni hayaller kurmanın da vakti gelmişken asla isyan
etmiyorum asla serzenişte dahi bulunmadan sadece önümde uzanan o yola odaklanıp
kendimi hapsettiğim zindanımdan firar ediyorum bir süreliğine de olsa kendimi
edebiyatın ve sözcüklerin derin suyuna atıyorum ve atıl olan her yürekte illa
ki kendime bir yer arıyorum üstelik yüreğimi de kâinata açmışken bilsem de
çabamın afaki olduğunu kâh rüzgâr olup esiyorum içime kâh esen rüzgârın
oynaştığı bir yaprak olmaktan da duyduğum bıkkınlık ile köküme ve kaidelerime
ve kalemime sıkı sıkı sarılıyorum.
Hani olur da…
Bir ederim var ya
da yok lakin aşkın karekökünde üreyen cümlelerimden de kendimi alamadığım kadar
hani bir yol bulurum da ulaşırım içimdeki gizemli hazineye bir ziynet bilmişken
kalemi ve de aşka zimmetli iken yüreğimin gecikmeli seferinde yolculuk etmenin
de tadını ve adını çıkarırken…