Göz alabildiğine kuru, nefes nefeseydi tarlalar, orak öncesinde en parlak renklerini yaşıyorlardı. Altın suyuna batırılmış başakların üzerinde parmaklarını gezdirirken, pek az kişinin anlayabileceği bir mucizeye dokunduğunun farkındaydı.
Sayısız müzeyyen ilmin, ilahi zanaatın içinde yaşarken, bunların hiçbirini tahayyül edemeyen ve inadına menfaatperest bir yaşayışla yıllarını harcayıp, bununla da gurur duyan ne fecaatte insan vardı şu gökkubbenin altında.
Ama Suat hiçbir zaman bunlardan biri olmamıştı.
Anılarını emanet ettiği bu tarlaları saatlerce izledikten sonra motosikletine atladı, kontağı çevirirken akşamcı kuşların söylediği şarkılara eşlik etti.
“Serpil de bu hallerimi görseydi ne hoşuna giderdi kim bilir.” Adını bile söyleyince içindeki heyecana ve yanaklarının kırmızıya dönmesine engel olamıyordu.
O feci olaydan sonra bu sokaklarda ilk kez motosikletiyle geziniyordu. Heran yine o çığlıkları duyacakmış gibi ıslakkarga etrafa bakınarak ilerledi. Perşembe pazarındaki arkadaşlarına uğrayıp çay sohbetlerine ortak oldu. Dualarını aldıktan sonra da hoş gönülle uğurlandı.
Güzel insanlar tanımak ne büyük lütuftur bu dünyada lakin mal mülk sahibi olmak herkese nasip olmadığı gibi kadri yüce bir insana denk gelmek de bir nasip işidir.
Tren istasyonuna geldiğinde saat beşi iki geçiyordu, 17 Eylül Ekspresi’ne yetişmişti şükür. Motosikletini Kırkağaçlı Hasan’a emanet edince kalan yolu yayan yürümek icap etmişti.
Yorulmuştu elbet, cebinden mendilini çıkarıp alnını yüzünü iyice sildi. Kışın motor üzerindeyken omuzlarına, kollarına, bağrına düşen buz gibi yağmur damlalarını iç çekerek yad etti.
Anne babasını kaybettikten sonra fazlaca değerli bir şeyi kalmamış, varı yoğu işte şu küçük çantaya sığmıştı. Eskiden kalma iki göz taş evin anahtarı, bir iki kat kıyafet, bu yılki üzüm hasadından kazandığı para, yanından ayıramadığı birkaç kitabı, gözbebeği motosikletinin anahtarı ve Serpil’in çanta askısından gizlice aldığı saç tokası.
Rayların üzerinde, ak karınlı ebabiller gibi kanatlarını açmış, uzun soluklu bir yolun henüz görmediği her bölümü için çılgınca bir heyecan yaşamaya başlamıştı..
Tükenmeyen bir hızla sevgiye kuşanan hayat devam ediyorsa, umutları tedavülden kaldıran ölüm de devam ediyordu. Ölüm; bitip yok olan bir şey değil aksine yaşamı tekrar tekrar başlatan sonsuzluğun paha biçilmez mayasıydı.
Koridorun solunda yolculuk eden, sekiz köşe kasket şapkalı adam, arada boynunu geriye doğru çevirip meraklı gözlerle Suat’ın olduğu tarafa bakıyordu. Daha önce bir yerde görse mutlaka bu adamı hatırlayacağını düşündü sonra da kafasını cama çevirdi manzaranın tadını kaçırmamalıydı.
Şansına, yanında oturan yolcu sessizce elindeki kitaba gömülmüş, konuşmaya hiç teşebbüs etmemişti. Bu keyfe bir de bol köpüklü Türk kahvesi ne iyi giderdi ama onun da sırası gelirdi elbet.
Yaşarken sıralamasını öz iradesiyle tayin edemediği ne çok sorumluluk vardır insanoğlu için. Hep kendinden önce emek ve ilgi bekleyen şeyler vardır. Zaman durdurulamaz bir hızla ilerlerken, sıra kendine gelecek diye umutsuzca bekler durur. Ama eninde sonunda insanın kendini düşünmesi gerekir..
Tarlayı, bahçeyi, hayvanları, annesinin hastalığını, babasının hasımlarını, akşam yenecek yemeği bile yıllarca hep Suat düşünmüştü. İki yıl olmuştu bu ezber bozulalı, artık hayalleri ve başarmak istediği şeyler zihninde büyük bir yer kaplıyordu.
Kasları, atikliği ve gücü eskiye nazaran iki kat artmıştı. Heran mücadeleyi gerektiren kırsal bir bölgede büyümesi, antrenörünün gayreti de güreşte profesyonelliğe geçişini hızlandırmıştı. Tek isteği önce kendine inancını, sonra anne ve babasının ruhlarını, arkadaşlarını ve en nihayetinde de ülkesini gururlandırmaktı.
Bu yabancı adamın bakışları iyiden iyiye artık Suat’ın sabrını taşırmıştı. Bir panter gibi üzerine atlamamak için kendini zor tutuyordu. Tek gözünü kırparken adama doğru bakıp kafasını “Hayrola bilader!” der gibi salladı.
Kasketli adam Suat’ın bu kızgın halini görünce, daha fazla dikkat çekmemek için apar topar önüne döndü..
Kiraz ağaçları yumuşacık bir zarafetle vadiden aşağıya kadar dizilmişlerdi. Manzarayı merakla izleyen Suat, altın iplerle örülmüş bir yuları tutuğunu sonradan farketmişti. Dallarında kuş yuvaları olan kiraz ağacına yaklaşıp, gövdesine kahverengi bir at bağladı. Güneşin altında bir mücevher gibi parlayan kahverengi tüylerini okşamaya başadı..
Tren, Çukurhüseyin istasyonuna geldiğinde göz kapakları aralandı, bakışları kahverengi atı aramaya başladı. Bulamayınca da az önce bir düşün içinde olduğunu anladı.
İnsan gerçeğe uyandığında hangisinin gerçek hayat hangisinin düş olduğunu anlamakta zorluk çeker. Yetişemediği, duyamadığı, dokunamadığı her şey orada varlığını haykırmaktadır. Elde ettiği bu büyülü aleme hayran olup hep orada kalmak ister. Çünkü gerçek hayat zordur ve mutluluk ile mutsuzluk devamlı yarış halindedir.
Yorucu bir yolculuğun ardından İzmir’e ulaşmış, kalacak yer derdine düşmüştü Suat. Sabah koşularını keyifle yapacağını düşünerek Narlıdere’de sahile yakın bir pansiyona kaydını yaptırmıştı.
Yatağa uzanınca rahat bir nefes alabilmişti şükür. Yolculukları oldum olası çok sever hele de doğanın çeşit çeşit manzaralarına doyamazdı. Bir iki saat uyuduktan sonra dinlenmiş, dinç bir şekilde uyanıp hazırlandı sonra da antrenman salonuna geçti.
Şampiyona öncesi bir haftalık kampın ilk günü yoğun geçiyordu. Suat’ın eşofmanında terden ıslanmamış tek nokta kalmamışken bile durmak nedir bilmiyordu.
Koyu siyah bir gecenin içinde ilerlerken, yorgunluktan ağarlaşan bacaklarının gölgesi bazen kendinden önde gidiyor bazen de geride kalıyordu. Caddeyi geçip ara sokaklara sapmaya başladığından beri adımlarının ritmine uyan adımlar duyuyordu. Bu adımlar Suat durunca duruyor, yürümeye başlayınca da yürüyordu. Temkini elden bırakmıyordu fakat nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu da tam kestiremiyordu.
Pansiyonun sokağına dönünce durdu ve arkasını kolaçan etti. Yanından geçen bir grup gençten ve kaldırıma kıvrılmış iki kediden başka kimseyi göremedi Suat.
Geçmişini düşündü; doğrudan veya dolaylı olarak hayatına giren, tek gayesi acı çektirmek, zorbalık etmek ve en kötüsü de yok etmek olan insanları..
Suat büyüdüğü yerde hırslarının kurbanı olan ve buna ulaşmak için birçok ocağı söndüren çok açgözlü insan tanımıştı. Tevekkeli değil her düşündüğünde, yüreğine harlanan bir şüphe oturuyordu.
Serpil; tanıdığı herkesten farklı özelliklerle donatılmış, bakışında konuşmalarında her hareketinde özlem olan, sanki bu dünyanın değil başka bir gezegenin havasını soluyan, bizim yaşadığımız zamanın dışında sonsuz bir düzenin parçasıymış gibiydi.
Suat, hayatın anlam veremediği parçalarını anlamaya çalışırken veya kabullenirken zihni hep Serpil’in isminin etrafında toplanıyordu.
Onu düşündüğünde, yıldızlardan bir göl doldurup, kar beyazı yaseminleri kayığa dönüştürerek bu parıltılı gölde ilerliyor, huzurun farklı katmanlarını tecrübe ediyordu.
Bu sabah da şafak ağarmadan saatler önce uyanmış kendini sahile atmıştı. Koştukça kasları açılıyor, her geçen gün kendini daha da hazır hissediyordu. Gözleri kapalı sahildeki kumlara uzanıp bir süre dalgaları, denizin efsunlu sesini dinledi. Kulaklarında tek bir cümle çınlıyordu. “Tek rehberimiz soluduğumuz sevgidir..”
Fransa’nın başkenti Paris’te düzenlenecek, Dünya Güreş Şampiyonası’na sayılı günler kala hazırlıklar tam gaz devam ediyordu.
Suat kasabadaki arkadaşlarını aradı; eve tarlaya sahip çıkmalarını arada da Serpil’in halini hatrını sormalarını, bir sıkıntısı olursa da ilgilenmelerini istedi.
“Burada her şey yolunda Suat, gözün arkada kalmasın.” cümlesini duyunca içi rahatladı. Serpil kıymetlisi, ilk gözağrı, yas çektiği günlerdeki tek dayanağı olmuştu.
Itır saksılarını, o koksun diye balkona aldığından beri, evin diğer odaları zindan olmuştu Serpil için. Ihlamur ağacının üzerinden kuşlar geçiyor ve dallarına konan her kuş Suat’tan bir mektup bırakıyordu. Geniş yapraklı, serin gölgeli, mis kokulu, sır küpü ıhlamur ağacı..
Serpil, Suat’ın yanındayken duygularını söylemekten imtina eder, onun yanında olmanın huzurlu iklimini yaşamayı tercih ederdi. Suat’ın da bundan şikayet ettiği hiç olmamıştı. Sevgi sadece sesli mi olurdu ki, illa bağıra çağıra mı sevilirdi. İnsan bir köşeye çekilip suspus da sevemezmiydi. Serpil, doğduğu evin içinde asil bir sessizlikle ilk gurbetini yaşıyordu..
Uçaklar bir bir yerden ayağını keserken, havalimanında heyecanlı bir bekleyiş vardı. Sporcu kafilesi son hazırlıkları tamamlamış olmanın gururuyla kendilerinden emin görünüyorlardı.
Suat bekleme salonundan dışarıya kafasını çevirmiş gökyüzündeki kuşları izliyordu. Bu uçuş Suat’ın ilk deneyimi olacaktı ve diğer sporculardan farklı bir heyecan yaşıyordu.
“Şimdi şu kanatlarını bulutlara sürerek uçan kuşlar gibi olacağım değil mi! ” Koltuğuna oturup kemerini bağladıktan sonra bu keyifli yolculuğun tadını çıkarmak için sabırsızlanıyordu.
Kalkışta biraz korkmuştu ama bu mucizenin her saatini sindire sindire yaşamak istiyordu. Antrenörü Suat’ın bu durumunu bildiğinden güzel bir jest yapıp ona cam kenarında bir koltuk seçmişti.
Bugün, kuşların uçarken neler hissettiğini anlamaya başladı. “Biz bir tualdeki tek boya damlasını görürken, onlar resmin tamamını görebiliyordu. ”
İnsan alışınca da bu büyünün hiç bitmemesini istiyordu ama uçak yolculuğu çoktan sonlanmıştı bile.
Suat yere inmiş yine o tek damla boyanın içinde yaşamaya başlamıştı. Otellerine yerleştikten sonra da sıra Paris’i gezmeye gelmişti.
Suat, boy aynasının karşısında kahküllerini taradıktan sonra buz mavisi gömleğinin düğmelerini iliklerken kendine sözler veriyordu. Başarısızlık için hiçbir sebebin arkasına sığınmak istemiyordu.
Paris’te inceden bir yağmur yağıyordu, stadyum hınca hınç doluydu ve Türk seyircilerin sayısı da azımsanmayacak kadar fazlaydı. Erkekler serbest stil 74 kilo anansunu duyunca vakur bir tavırla müsabakanın yapılacağı mindere doğru yaklaştı. Birinci devrede minderin ve rakibinin tozunu attırarak güzel puanlar aldı.
İkinci devrede seri ve çevik ataklarıyla tribünleri coşturmayı başardı. İlk maçında Özbekistanlı rakibini 2-0 mağlup etti. Antrenörü gelip gururla omuzlarını sıvazladı. “Aferin aslanım, işte böyle devam et.”
Suat Narlıdere’de hazırlanırken sadece koşu ve antreman yapmıyor şampiyonaya katılacak diğer ülke sporcularının da eski müsabakalarını izliyordu. Tarzlarını, güçlerini ve zayıf noktalarını çoktan biliyordu.
Çeyrek finalde Kübalı rakibine 3-1, yarı finalde de Belaruslu rakibine 2-1 skorlarla mağlubiyeti tattırdı. Herkesin gözü kulağı artık final maçındaydı. Serpil yüreği ağzında gururla izledi müsabakaları fakat bir türlü cesaret edipte arayamadı. Hislerini dışarı vurmanın elbet bir yolu olmalıydı.
“Sevgili Suat,
Giderek seyiri doyumsuzlaşan bir zamanın içinde aklımın topraklarını kuşatmaya yeltenmiş halinizi heyecan ve hayranlıkla izliyorum. Birçok şeyde olduğu gibi yetkinleşmemiş heyecanda da sürat kusur sebebidir.
Günlerdir sesinizin hasretini çekiyorken, bugün kalemin şifalı kollarına atıyorum kendimi. Garip bir şekilde farkettim ki; üzüm bağları, damı alçak toprak evler, güneş kokan yamaçlar bile üşür, açlık hissedebilir ve dahi özlemden haykırabilirmiş.
Sizi tanıdıktan sonra en zarif, en safi, en kıymetli şeyleri sorgular oldum. Bana bahşettiğiniz güzelliklere bakınca bir mucizenin parçası olduğuma inanmaya başladım. Bu mektubu size yollamak için yazmıyorum, zihnimi hafifletmek ve gönlümdekileri paylaşmaktır maksadım.
Başarılarılarını izlerken gurur duydum sizinle, benim için fazladan bir mutluluk sebebi oldular. Final maçınızda da güzel haberlerinizi bekliyorum.
Sağlıcakla kalın.”
Serpil..
Final maçının ilk devresinde Suat hiç puan alamadı ve savunma yapmaktan atağa geçemedi. İkinci devre dengeler değişince, bu defa da Estonyalı güreşçi zorlanmaya başladı. Maçın kazananını üçüncü devre belirleyecekti.
Suat dalından elma toplar gibi puanları toplamaya başlamıştı en son künde hareketi ile son saniyelerde Estonyalı güreşçiyi mağlup etmeyi başardı. Diğer güreşçilerin tezahuratları eşliğinde antrenör gelip Suat’ın alnından öpdü.
“Kısa bir zamanda büyük bir iş başardın evlat, seninle gurur duyuyoruz. Rabbim yolunu hep aydınlık etsin.”
Altın madalya boynuna takılırken, dünyada Suat’tan mutlu başka bir insan yoktu. Ayyıldızlı bayrak yukarılara çekilirken Suat’ın kulaklarına dolan milli marşla gözyaşları yanıklarını ıslatıyordu.
Tribünlerdeki kocaman kırmızı bayraklar uçak İzmir havalimanına indikten sonra da kalabalığın ellerinde dalgalanmaya devam ediyordu..
Otobüslere binmeden önce flaşlar patlıyor hatıra fotoğrafları bu günü ölümsüzleştiriyordu. Suat Serpil’i düşünüyor, kaç saat sonra kavuşacaklarını hesaplıyordu. Güzel bir sürprizle karşısına çıkmak istiyordu bu defa.
Fotoğraf çekimleri devam ederken bir patlama sesi duyuldu. Herkes korkuyla yere eğilip kendini korumaya ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Suat da yere yatmıştı ama halinde bir değişiklik vardı. Baygın gibi hiç hareket etmiyordu. Ard arda çığlıklar duyulmaya başlanınca antrenör ok gibi fırlayarak Suat’ın başına geldi. İnanması o kadar zordu ki, kalbinin altından karın boşluğuna doğru kan durmadan akıyordu.
Böyle bir günde bu vahşeti kim, neden yapmış olabilirdi ki. 112 gelene kadar sağlık görevlileri tarafından Suat’a ilk müdehale yapıldı..
Serpil kasabada her şeyden habersiz Suat’ın gelmesini bekliyordu. Serpil ve Suat birbirlerinden uzaktayken o kadar çok hayal kurup plan yapmışlardı ki böyle bir şey hiç akıllarına gelmemişti.
İnsan bir kere sevmeye görsün, sevdiğine kötü hiçbir şeyi yakıştıramaz ama dünya döndükçe de kötülükler olmaya devam eder.
Siyaha bulaşmış ne varsa, suyla sabunla veya sevgiyle yıkanıp temizlenebilir fakat ruhu tamamen siyahlaşmış, katrana dönmüş bir insanın temizlenmesi çok zordur.
Herkes tarafından bilinen “Tarih tekerrürden ibarettir.” cümlesine dayanarak; yapılan iyilikler ve kötülükler de tekerrürden ibarettir.