‘’Bu
hiçbir yere, hiçbir şeye ait olamama hissi, belki de hissedilenin en samimisi.
Ve belki de bu hiçlik ; âit olunan tek yurt.
Aslında ait olamama hissini yaşayan insan uçsuz, bucaksızdır.
Ne büyüyecektir ne de küçük kalacaktır.
Onun için ne gidilecek yer vardır ne de görülecek yeni yerler. O varmaktan
ziyâde yolda olmayı seçmiştir, yol hiçbir yere çıkartmasa da..
Neyse,
ne diyordum?
Evet bir boğulma bir sıkışmışlık hâli demiştik de,
Zihnimde
nedense Beauvoir’in sözü yankılanıyor sürekli,
’’ Yıllar bütün omuzlara aynı ağırlıkta
çökmez ’’
Bu
sözden sonra insanın ne tek satır yazası geliyor ne de okuyası.
Mum gibi eriyor gözlerinin feri, geriye bir mahmurluk bir mahrumiyet kalıyor.’’(Alıntı)
Düşlerim…
Evet, düşlerimdir
telkin eden yaralarıma.
Ve düşlerimdir,
gerçeklerin üzerine geçirdiğim ceket misali.
Kopuk bir düğme ve
yırtık bir ilik ama yetmedi bilin ki:
Yatık kaşlı bir
çehre sözcüklerin alyuvarında saklı iken yazılası her hece.
Kendimi bildim
bileli sorgulandığım kadar bilfiil kendimi sorguladığım, aidiyet duyguma takılı
aklım ve saklı kalan yarım, yağmalandığım kadar yağdırdığım duygular sair
duygular:
Her biri nasıl da
külfet omzuma ta ki, azizim ta ki…
Kalemin ulak
görevine soyunduğu ve uyruğumun yok sayıldığı bir o kadar uleması iç hacmimin
ve işte içre yolculuğumda bir başıma kala kaldığımdan ziyade yalnızlığın nerede
ise bir hikmet ve ilhamın yağdırdığı bereket ve nimet.
Öyküm olsaydı keşke
sıradan ve keşke öldüğüm kadar defalarca keşke doğurmasaydı annem beni, canı
çıkarcasına ama yetmedi, azizim…
Güne geçmedi ki
gecelere sürgün edildiğim ve geceler geçmek bilmedi kalemin dokunulmazlığında
okunaklı el yazımı silip tek seferde ve işte klavyenin tuşları ile seviştiğim
cinnet gecelerini de cennete çevirdi adeta ulu Mevla.
Gündü seken
Gündü seğiren.
Güldüm dikenime âşık.
Güldüm toprağım,
ah, üstüme serili ölü toprağı nasıl da sırnaşık.
Ayraç bildim ben
ömrü: her gün yeni bir başlangıç.
Huzur bildim ben
uykuyu, her biri delik deşik.
Aşk bildim ben
yaşamayı: sadece aşkla iştigal ne maddi yaptırım idi zikrettiğim ne de bir tane
dahi dikili ağacım yok iken ağaç bildiğimdi annem ağaç bildiğimdi ailem.
Azımsandım.
Azla yetindim.
Çoğaldım sonra
çoğunluk olmasam dahi cihana muhaliftim.
Renkler ektim.
Rakımlar keşfettim
her yeni gün varmaya ant içtim en tepeye.
Ruhumun sarmalında
yok saydım vücudumu ve kendime ettiğim zulmün gölgesinde kendimi sevmeyi çok
bildim sevilmeyi dilediğim kadar bilemedim ki: beni en çok sadece annem
sevecekti.
Ruhumun dilemması.
Yüreğimin kırık
sazı.
Ve savruk notalar.
Çocukluğum iken
yaşadığım en güzel yıllarım ve okul anılarım.
Bir damga derken
bir de döngü bir de daraltı ve işte defalarca sallandırıldığım darağacı.
Yorgun zamanların
sarkacında yoğun mekânların sarnıcında yoğunlukla yoğrulduğum bir o kadar yok
sayıldığım aslında nokta değerindeki varlığımın en uç noktası ve işte
s/onsuzluğa namzet belki de bir dilaltı iken şiir belki de nabzımı yükselten
iken hüzün ve işte tansiyonu zirve yapmış iken atladığım her öğün…
Ve defalarca
atlatıldığım.
Semiren bir hüzün.
Manivelası umut
iken ömrün.
Dibi gördüğüm.
Her örüntü yeni bir
başlangıç ve adeta soykırım, yaşadığım yalnızlığın zirvesi.
Ziyadesiyle
koşullandığım.
Ziyafet bildiğim
duyguların rabıtası.
Bir coğrafya iken
ruh, bir manzara iken gönül ve sadece bir izlek iken itibar etmediğim beden.
Ömürden de ömür
giderken.
Yazma duygusunun
verdiği huzura eş değer başka bir şey bulamadığımdan da öte yazmanın direktifi
ile büyüyen her öğe ve teşrif eden ilham hali hazırda ait olduğum tek mesken
tek mekân:
Afaki mutluluğun
boyutsuzluğuna tırmanıp aş erdiğim aşka erdiğim arz ettiğim.
Şimdime gücüm gitse
de.
Yarınların soluk
minvalinde taban tabana zıt olduğum ahvalin tek direktifi ile ansızın solup
ansızın da açabildiğim…
Düştüğüm her açmaz
aslında bir ayraç mahiyetinde azla yetinip çoğul hükmünde evrenin açık ara
farkla kendimi kendimden geçtiğim kadar kendimden geçmemek adına son sürat
mücadele verdiğim ve bu saatten sonra aidiyet duygumun da önem arz etmediği…