Hatıraların en göz alıcısı olan duygu
santralinde, aralıksız yayın yapan bir televizyon kanalından bile daha fazla
dalga ve sanrı yüklüyüm.
Kuytuların müşfik serinliğinde;
varlığıma dokunan gözyaşları merhalesinde, kayıp bir kıvılcımım ben.
Unutmak kolay olmadı onu aslında can
yakandan ziyade canlandıran dokusu kayıp ümitlerin.
Bazen peyda olan bir toz bulutu
oysaki her yer derli toplu ve ben yeni süpürüp baştan aşağı temizledim tüm
mobilyaları ve doldurduğu sayısız odayı.
Hangi odada yoksunluğunu hissetmiyorum
kİ?
Görmekle hissetmek arasında gidip
geliyorum.
Karnıma giren ağrı çok ağır bir
sorumluluk yüklüyor omuzlarıma. Ne tuhaf; ben bir ağrıyla başa çıkamazken tüm
dünyaya kafa tutuyorum hele ki ürkek ellerinde ergenliğin, ben kozasından yeni
çıkmış, kelebek kanatlarında umudun ve aşkın saf tutuyorum.
Çığırtkan iç sesinde ömrün, karelerle
donatıyorum içimdeki imkansız daireyi aslında yarı çapım bile değil her karenin
iç açılarına eşlik eden dokunaklı sesi parmaklarımın hayalet mizacı ile
okşadığım notalarla süre gelen o müzik ziyafeti yine kendimle konuşurken de tek
tanık iken o siyah lenduha piyano.
Örtüsünü katlayıp koltuğa koyuyorum
başına oturmazdan evvel ve piyanomun kıvrımlarında lanetli kadınlar hayal
ediyorum yine gözünün ferine yenik düşmüşken evren.
Makul olduğunu tahmin ediyorum geçmez
acılarımın ve yüzleştiğim her korkuyu notalarla boğuyorum.
Eklem yerlerinde ne çok detay var
içimdeki kayıp dinginliğin sır tutan aynalardaki sırlı görüntüsü.
Muteber bir yenilgi tasavvur ediyorum
ve içimin mukozasında perhiz yapan onca mutfak şefi.
Her biri zayıf ve narin bedenlerine
eşlik eden ince parmakları ile adeta bir müzik ziyafeti çekiyorlar içimdeki
suskun seyirciye ve ben nidalar solarken, kök hücresinde müziğin, yeni
gezegenler keşfediyorum.
Göğün laneti sonlansın diye görmezden
geliyorum karanlığı ve perdeleri çekiyorum telaşlı bir şekilde. Evin tüm
ışıkları yanıyor.
İçimdeki ampul ise göz kırpıyor.
Şahlanan kanımla, içimdeki basınç
daha da artıyor.
Odasına gidiyorum artık bir sahibi
olmadığının bilinci ile ve her şeye rağmen kapıyı vurup saniyeler süren
bekleyişten sonra korkarak açıyorum kapıyı.
Boş olmasını umut ettiğim gönül
teknem oysaki mutsuz gondollar sürrealist bir rahmetle gönül tekneme çarpıyor.
Sahi, kaç zaman geçti üzerinden? Kaç
insan daha terk edecek son isyanımdan sonra?
Gölgeler oynaşırken ben odanın
ışığını bir açıp bir kapatıyorum.
Ezan vakti gelip çatıyor.
Rahmetlinin başörtüsüne ısrarla
bakıyorum ve o gittikten sonra hiç yıkamadığım gibi asla da yıkamayacağımı
düşünüyor ve teyit ediyorum sanki biri karşımda durmuş da bunu bana sormuş
gibi.
Salondaki açık pencere cereyan
yapıyor. Üşümem daha da artıyor.
Solumdaki acı yayılıyor tüm bedenime.
Ondan arda kalan bir diğer şey
aslında bir canlı ve unutuyorum kaç zamandır ona yiyecek ve su koymadığımı.
İçimdeki dalga daha da büyüyor.
Öten sesini arıyorum evin içinde ve
ötüşünü telaffuz ediyorum içimdeki acı eşliğinde.
Ona da mı sahip çıkamadım,
gibilerinden bir sorunun cevabını geçiştiriyorum. En azından acım daha da
katlanmasın diye uzaklaşıyorum evin koridorlarında, ben mutfaktaki
yeteneksizliğimle nasıl da komik duruma düşüp hatırlıyorum beraber peynir
ekmeğe talim ettiğimiz akşam yemeklerini.
Düş çukurumda isyanlar saklı ve tövbe
etmenin verdiği huzurla bir kez daha isyan etmeyi kendime hak bulup yeniden
tövbe etmeye hazırlanırken içeriden gelen sesle irkiliyorum.
Kimse yok evde oysa hele ki duyduğum ses…
olacak iş değil ve içim ürperirken ben kalan ışıkları da açıyorum.
Piyanonun yanına seğirtiyorum ama
başında oturan kimse yok elbette: lakin demin kulağıma çalınan müziğin nereden
kaynaklandığını çözemezken ansızın arkama dönüyorum. İyi de hayaletler piyano
çalmayı asla bilmezler… sahi, kim söylemişti bunu bana ya da hayaletlerin
nerede saklı olduğunu da birileri fısıldamış mıydı kulaklarıma?
Soruların tortusu.
İçimdeki devingen duyguların
yarattığı o hortum…
Televizyon da kapalı madem… iyi de…
boş veriyorum ve yeniden acılarımı çağırıyorum baş ucuna piyanonun ve örtüsünü
yayıp usulca kapatıyorum üstünü.
Belli ki; bir ses sıkışması ya da içindeki
mekanizmadaki sıra dışı bir sorun yine tuşlara sirayet eden ve notaların
çağrışım yaptığı belki de aklımın oyunu.
Deminki serinliği de hissetmiyorum
iyi de camı ben kapamadım ki!
Aklımın merdivenlerinde acil çıkış
kapısı ararken bu sefer televizyon açılıyor biri kumandaya basmışçasına.
Sanrıların acılarla yer değiştirdiği
daha doğrusu üzüncümü katlayıp üstüne üstük korkunun gelip çöreklenmesi
gerekirken iyi de ben tüm anormal gidişattan asla korkmuyorum belki de eve bir
ziyaretçi beklediğimi yaydı evrene omzumdaki melekler.
Hayatın rövanşı bu olsa gerek oysaki
ben daha ergenliğin kuytularında yalnız kalmayı hak etmemiştim ve yeni bir
isyana sebebiyet vermeden hayaletler, bildiğim tüm sureleri okuyorum ve ne
ilginç ki başıma taktığım başörtüsünü de yeni fark ediyorum.
İçimdeki mevsimsiz beyanatlar ve
içimden dışarı yansıtamadığım o korku belki de korkması gereken asıl hayaletler
deyip…
Evdeki gezintim bitmek bilmiyor bir
türlü ve gözüm masadaki zarfa ilişiyor: onu henüz okumadım ve vaktini
kolluyorum yine doğru zamanda doğru bir şeyler yapmayı da temenni ettiğim bir
ömür lakin hep yanlış zamanlarda yanlış yerlerde bulunup yanlış insanlara olan
tanışıklığım…
Şimdimi unutmamak adına aslında dünün
hatırasına sahip çıkıp yarınlarda kalıcı olsun diye tüm sevdiklerim.
Zamanın örtüsünün altında sıkışan
bozuk bir saat bile değil mi ki günde iki kere değil iki bir kez bile doğru
zamanı göstermediğim tecrübe ile sabit.
İçimdeki kukumav kuşu dürtüklüyor ve
bana çemkiriyor:
‘’Sal da gitsin ruhundaki davetsiz
misafirler’’ dercesine ben yeniden bildiğim duaları kaçıncı kez okuduğumu
unutup bu sefer bir kenarda unuttuğum tespihi arıyorum.
Üşümem olası mı? Yeniden açılan cama
takılıyor gözüm ve anlıyorum ki; pencere kolu eğrilmiş demek ki hayaletlerin
marifeti değil mütemadiyen açılıp kapanması.
İyi de huzurlu olmam gerekirken
biteviye üzülüyorum ne de olsa kalıcı bir misafir bellemiştim var sandığım
görünmez konukları.
Aklım hala kafesteki kuşta ve
korkuyorum yaşayıp yaşamadığını öğrenmek adına.
Ah, bir cıvıltı peyda olsa ya ve
keşke babaannemin başörtüsü yeniden kavuşsa sahibine.
Uykum geldi geliyor derken tavaf
ettiğim içimin mezarlığında bir soyut resim ile kesişiyor yolum.
Ne benim resmettiğim ne de bir
başkasının fırça darbelerinden ortaya çıkmış.
Aksanı olmayan bir dil gibi…
Aksayan sesinde ölümün dünden gelen
bir esinti gibi.
İki tane çiçek resmi bir o kadar
insana benzeyen ve dallarında ölü kuşlar olan iki tane çiçek resmi sanırım
geçmişte kalan bir dostumdan bana yadigâr bu soyut resim.
İçimin frekansında bir dalgalanma söz
konusu iken dürtüklüyor biri kolumu aslında başımda esen kavak yellerinden
sonra böyle olmamalıydı, demenin yeisi içerisinde açarken gözlerimi onu
görüyorum boylu boyunca.
İçimdeki hüzün geçmiyor bilakis acı
daha bir çörekleniyor.
Mavi bir masa örtüsü ve üstü tabak
dolu aslında içimdeki menü sanki tabaklarda saklı.
Tanıdığım tanımadığım herkes burada.
İyi de burası neresi ve nerede onca hayalet?
Ağır başlı bir hezeyanla tutulan
nutkum aniden teyakkuza geçiyor ve perde perde yükseliyor sesi hemşirenin:
‘’Ziyaret saati bitti, efendim.
Hastamızı yormayalım. Sen, genç bayan, sen misin babaannenin refakatçisi? İyi
de yaşın çok küçük değil mi senin?’’
Çantama yönelip çıkarıyorum nüfus kâğıdımı.
‘’Dün on sekizime bastım zaten kaza da
bu yüzden olmadı mı?’’
İnanmayan gözlerle bana bakıyor
sarışın hemşire ve sarışınlığından ziyade gözlerindeki tebessüme odaklanıyorum.
‘’Şey’’ diyorum.
‘’O kazaya ben sebep oldum. Ve çok
canım yanıyor.’’
‘’Gel, muayene ol sen de doktorumuz
gitmeden.’’
‘’Yok, ben iyiyim yani bedenimde
hiçbir zarar yok sadece…’’
‘’Anladım, küçük hanım. Kiminiz
kimseniz yok mu peki?’’
Babaannem hala narkozun etkisinde
yine de tüm konuşulanları anlamış ki göz kırpıyor bana.
‘’Biz birbirimizin her şeyiyiz,
hemşire hanım. Annemi ve babamı bir trafik kazasında kaybettik…’’diye
fısıldıyorum lakin duymuyor hemşire.
Durduk yere niye babaannemi üzüyorsak
artık…
Her şeyin farkında babaannem ve
elinden gelen gayretle ve hemşireye dönük yüzüyle…
‘’Ben, onun hem annesi hem babasıyım
hem de müzik öğretmeni. Şimdi izin verin de torunum azıcık dinlensin. Çok
işimiz var bizim onunla çok.’’
Oda bu esnada boşalıyor ve bir
başımıza kalıyoruz üç kadın.
Oysaki ben henüz yetişkin bile
sayılmam yine de başım dik ve sesim de biraz yüksek çıkarken…
‘’Biz beraber büyüyor ve
yaşlanıyoruz. Hem ne var ki benim yaşımda? Ben onun eseriyim. Bırakın da biz
beraber yürüyelim ve de koşalım hem…’’
Göz kırpıyorlar birbirine ve hemşire
en sevecen ses tonuyla sesleniyor bize:
‘’Hele bir iyileşsin bakalım. Yeri
geldi mi koşarsınız yeri geldi mi nice konser verirsiniz babaanne torun yeter
ki…’’
Devamı gelmiyor. Babaannen yeniden
kendinden geçmiş ilacın etkisiyle ve başımla onaylıyorum söylenenleri.
İçimdeki rehavet konuyor yeniden
ruhumun duvarlarına ve iç sızım da azalıyor.
Duvarda asılı LCD televizyona
takılıyor gözüm:
‘’Ünlü piyanist Nevbahar Koza ve
torunu Melike Koza’nın birlikte verecekleri konser ne yazık ki iptal edildi.
Piyanist Nevbahar Hanım’ın, elem bir kaza yüzünden kolları ve iki eli de büyük
hasar aldı. Doktorların yaptığı açıklamaya göre artık piyano çalması imkânsız.
Şimdi gözler genç piyanistin üstüne çevrildi. Babaannesi tarafından büyütülen
genç kız sahip çıkacak babaannesinin mirasına. ‘’
Hemşire televizyonun fişini çekiyor
acele ile.
Derin bir uykuda babaannem. Sabah
oldu mu onu uyandıracağım ve beraber yeni bir masala başlayacağız; içinde
notaların ve acının olmadığı yeni bir masala…