Ey sönmüş yüreğimin son közü,
Küllerimde boğduğun kadim sır!
Bir divane gibi dolaştım gözbebeklerinde;
Çâresiz, goncaları dökülmüş bir konak avlusunda…
Ne tam seninle, ne sensiz – yarısı yutulmuş
Bir ay tutulmasının kanayan kenarıyım!
Özledim seni!
Sessizliğe gömülmüş bir sazın telinde,
Beyaz entari de saklanmış tüm kara yeminlerle.
Dudaklarım, viran bir konağın duvar yazısı oldu,
Çın çın öten bir mezar taşı.
"Sevmek; kendi yüreğini kül etmek!"
Ey gölgesi çalınmış ay yüzlü câriye,
Tenimde bir bıçak yarası gibi açılan nefesini duy!
Her gece, tırnağımla kazıdım adını
Çürümüş bir cumbanın ahşabına...
Aşk dediğin, bir mumyalanmış çığlık:
En acımasız ihanet, dokunmadan çalınan can!
İçimde bir davul gibi güm güm vurdu hep,
Yıldızlara sorduğum her sual,
Kurşun dökülmüş bir muska içine hapsedildi
Ve senin "Artık yok"unla mühürlendi!
Senden kalan:
Bir mezar taşının üstünde donmuş bir buğday tanesi
Ve darağacında sallanan bir çarığın hikâyesi!
Özledim seni!
Aynalarda çoğalan binlerce çöl cinim,
Zaman – o topal tellâl – getirmedi seni…
Getiremedi!
Kendi tabutunu sırtlayan âşık,
Yokluğunla beslenen bir kara sevda!
Artık sustum... Çünkü seni sevmek;
Bir kırık testide saklanan son su damlasıydı,
Çöl rüzgârında savrulan kum tanelerinin matem çığlığında...