
Bölünmüş Pay
Sessizce Ödenen Bedel
Bir
yanılma ortamı üretildi, sömürgeci güçlerin hayali ile. İnsanlar, ortak aklın
gücünü bir kenara bırakarak, kendi eksiklerini bilmek ve bunları tamamlamak
yerine, başkalarının iradesine boyun eğmeyi seçti. Böylece bireysellik, yerini
farkına varılmayan bir bencilliğe bıraktı; eksikliklerini tamamlamaktan çok,
başkalarının sunduğu sınırlar içinde var olmaya başladı. Bu yanlıştı ve bu
yanlış, hala devam ediyor ne yazık ki! O büyük paydadan yapılan her eksiltme,
insanları yavaş yavaş mülke, mülk sahibine ve sınırlı dünyalarına doğru çekti.
Paydan eksilme, birilerinin kaybı pahasına başka birilerinin kazancı oldu.
Kimileri için bu bir fırsattı, kimileri içinse yavaş yavaş bir kader sayıldı…
Ama en büyük yanılgı şuydu: Paydan alınan her şey bir mülk sahibine güç
veriyor, bir başkasını yoksun bırakıyordu.
Ve bu tuzak
bilinçliydi. Sessizce kurulan bir denge gibi. Denge dediysem, yalnızca bir
taraf için işleyen bir sistemden bahsediyorum. Kazananlar hep aynıydı,
kaybedenlerse fark ettiklerinde çoktan yollarını kaybetmişti. İnsan, kendisine
sunulanı kabul ettiğinde, başkasının kaybına göz yumduğunda, paydan eksilmenin
gerçekte ne anlama geldiğini kendi gerçeğini anlardı. Peki, bu bölünmüş payın
içinden çıkmak mümkün müydü? Belki. Ama bunun için önce yanılsamayı fark etmek
gerekiyordu. Yoksun bırakılmanın kader olmadığını, sunulanla yetinmek yerine,
hak edilenin peşine düşmenin insanı özgürleştirdiğini anlamak… İşte en büyük
dönüşüm, burada saklıydı.
Bir gün
gelir ve insan, içinde bulunduğu sistemin, onun farkına bile varmadan nasıl
şekillendiğini anlar. Paydan eksilme, yalnızca maddi bir kayıp değildir artık;
aynı zamanda insanın kendisinden, haklarından, değerlerinden eksiltilen bir
parçadır. Bir zamanlar sorgulamadan kabul edilen düzen, şimdi gözlerinin önünde
yeniden şekillenir. Sessizce verilen kabullenişler, fark edilmeden içine
girilen sınırlar, kim olduğunu, neye sahip olduğunu unutturmuş olabilir. İnsan,
kendisine sunulanı yeterli gördüğünde, aslında eksiltildiğini fark etmemiştir.
Oysa şimdi görüyor: Mülk sahibi yalnızca bir insan değil, bazen bir sistem,
bazen bir düzen, bazen de sessizce süregelen bir inanç…
Ama asıl
soru şudur: İnsan, bunun farkına vardığında ne yapar? Gerçekleri bilmek mi
yeterlidir, yoksa bunları değiştirmeye cesaret etmek mi? Sessizlik içinde
kalanlar, paydan eksilmeye devam edenler mi, yoksa fark ettiğinde harekete
geçenler mi kazanan olur? Belki de en büyük yanılsama burada saklıdır. İnsan,
yalnızca eksiltilenle yetinmeye zorlandığında değil, hakkını aramaktan
vazgeçtiğinde kaybetmiş olur. İşte o zaman, gerçek bir seçim yapması gerekir:
Sessizliği kabul mü edecek, yoksa kendi sesini duyuracak mı? Yanılsamanın fark
edilmesi, tek başına yeterli değildir. İnsan bireysel olarak ne kadar güçlü
olursa olsun, onu kuşatan sistemler, sessizce süregelen alışkanlıklar ve
toplumun kabulleri karşısında yalnız kalabilir. Gerçeği gören gözler, bir
başına değiştiremez her şeyi. Çünkü bu düzen, tek bir iradeyle değil, kolektif
bir kabulle inşa edilmiştir.
Bir insan uyanabilir,
sesini duyurabilir. Ancak tek başına konuştuğunda, yankısı ne kadar uzağa
ulaşır? Paydan eksilme düzeni, yalnızca bireyin kayıplarını değil, onun
çevresindekilerin sessizliğini de gerektirir. İnsan fark eder, ancak etrafı
hala suskunsa, değişim zorlaşır. O hâlde asıl soru değişir: İnsan, fark ettiği
bu gerçeği başkalarına anlatabilir mi? Eksiltildiğini, sınırlandırıldığını,
seçiminin elinden alındığını bilmek yeterli mi, yoksa bunu kolektif bilince
taşımak mı gerekir? Çünkü bir kişi uyandığında, eğer diğerleri hâlâ uyuyorsa,
karanlık devam eder. İşte değişimin asıl gücü burada saklıdır. İnsan sadece
kendi için değil, çevresi için de uyanmak zorundadır. Paydan eksiltmenin kimin
yararına olduğunu anlatabildiğinde, sessizlik kırıldığında, sistemin dengesi
bozulur. Ancak o zaman gerçek anlamda bir dönüşüm başlar. Değişim hiçbir zaman
tek başına gerçekleşmez. İnsan, bir adım atar, ancak dönüşüm, sesini
duyuranların birlikte yürüdüğünde gerçekleşir.
Dünyanın
dengeleri her zaman adil olmadı. Güçlü olan, sistemleri kendi lehine kurdu;
güçsüz olan ise çoğu zaman fark etmeden bu düzenin bir parçası oldu. Paydan
eksilmenin gerçekte ne anlama geldiğini anlamak için yalnızca bireysel
kayıplara değil, küresel düzeye de bakmak gerekir. Yüzyıllardır süregelen bir
düzen var: kaynaklar, zenginlikler ve sınırlar güçlü olanların ellerinde
şekillendi. Batı, sanayi ve teknoloji ile ekonomik üstünlüğü ele geçirirken,
diğer bölgeler zamanla onun çevresine dizildi. Sömürü doğrudan silahlarla,
savaşlarla yapılmadığında, farklı bir biçime büründü: ekonomik bağımlılıklar,
borç sistemleri, ticaret dengeleri… Görünüşte özgür olan ülkeler, gerçekte
hangi sistemlerin içinde sıkışmıştı? Hangi paydan eksiltilmişlerdi? Çoğu zaman
bir ülkenin maddi kaynakları azalırken, bir başka yerde refah büyüyordu.
İnsanlar kendi topraklarında üretirken, kazançlar uzaklara taşınıyordu. Peki,
bu eksilme fark edildiğinde, değişim mümkün müydü?
Gerçekleri
anlamak yeterli değil. Bu sistemin nasıl sürdüğünü, nasıl şekillendiğini ve
nasıl değişebileceğini görmek gerekiyor. Çünkü sessizce süregelen sömürü,
yalnızca bir ülkenin değil, bir dünya düzeninin inşasıdır. Belki de en büyük
değişim, farkındalıkla başlar. İnsan, eksiltildiğini anladığında, yalnızca
kendi payını değil, tüm yapıyı sorgulamalıdır. Ancak o zaman sessizce ödenen
bedel, karşılık bulabilir. Bu bedel, yalnızca bir kişiye yüklenen bir ağırlık olabilir.
Bir toplumun, bir ülkenin, hatta tüm dünyanın üzerine çöken bir gölgeydi.
Sessizce ödenen, fark edilmeden kabullenilen bir kayıptı. Paydan eksiltme,
bireyin iradesini aşan bir sisteme dönüşmüştü ve zamanla bu bir gerçeğin ta
kendisi hâline gelmişti.
Değişim
mümkün müydü? Gerçekler fark edildiğinde, yanılsamalar çözüldüğünde, insanın
adım atacağı bir yol var mıydı? Çoğu zaman cevap netti: Sistem, bu kaybı
süreklilik hâline getirmişti. Dünya dengeleri, yüzyıllardır kazanan ve
kaybedenler arasında kurulmuştu. Güçlü olan, yalnızca sahip olduklarını
korumakla kalmıyor, sistemi yeniden yazıyordu. Zayıf olan ise yalnızca
kendisini değil, içinde bulunduğu düzenin bir parçası olarak topluca
eksiliyordu. Tek bir insan değiştiremezdi. Tek bir ses yeterli değildi. Ama
belki de asıl sorun, kimin eksildiğini, kimin kazandığını anlamakta yatıyordu.
Çünkü kaybedenler yalnızca bir bölge, bir toplum değil; zamanla tüm dünyaydı.
Kaynaklar tükenirken, ekosistem bozulurken, insan yalnızca ekonomik gücünü
değil, geleceğini de yitiriyordu. Belki de yanılsama sadece mülk sahiplerinin
kurduğu bir sistem değildi. Belki yanılsama, tüm dünyanın bu bedeli sessizce
kabul etmesiydi bunu değiştirmek için adım atmamasıydı… Vesselam.
Mehmet Aluç
Not: Bayram Kaya kardeşimin “Totem Nedir? 4 ” eserinden esinlenerek yansımasının fark edilmesi üzerine birkaç dize ve düşünceleri kendi düşüncelerimle şekillendirerek yazmaya çalıştım. Bayram kardeşime teşekkürler ediyorum.