Adaletin İnce Eleği

Gün gelir,
gökyüzünden uzanan görünmez adalet terazileri kurulur yeryüzüne. O terazilerde
tartılır kalplerin ağırlığı, niyetlerin saf suyu, dillerin söylediğiyle ellerin
yaptığı arasındaki uçurum. Zaman dedikleri, döne döne yontar insanın etini,
kemiğini; ama en çok da ruhunun kıvrımlarında saklı sırları lime lime döker
ortalığa. Çünkü ilahi adalet, sessiz bir ırmak gibi akarken, taşlarını sabırla
yuvarlar. Kimi zaman sessizce bekler, kimi zaman çağlayan olur ama asla yolunu
kaybetmez.
An gelir,
haksızlıktan kurulmuş kuleler, kâğıttan yapılmış bir şehir gibi çöker. Çünkü Hakkın
tüyü hafiftir ama o tüy, gün gelir en ağır dağları bile yerinden oynatır. İnsan,
ölümün nefesini ensesinde duymadan kendini ölümsüz sanır. Biriktirdikçe
biriktirir; altın, gümüş, toprak, isim, unvan, makam ve mevki. Oysa herkes çok
iyi bilir ki kefenin cebi yoktur. Hiçbir servet, mezarın soğuk taşını ısıtamaz.
Hiçbir mal, vicdan azabını susturamaz. Dürüstlük; bu erdem, dikenli bir yoldur;
yürüyeni kanatır, yorar, yalnız bırakır bazen. Ama en sonunda, göğsünde taşımak
için bir inci gibi saf bir yürek verir insana. Kimsenin hakkı kimsede kalmaz.
Görünmeyen defterler tutulur, susan gözler
yazar ve geceler, sabahlara borç bırakmaz. Bu dünya, öyle bir sahnedir ki: perde
kapanır, ışıklar söner, alkış sesi duyulmaz. Herkes yalnız çıkar son sahneye. Orada
sorulan tek bir soru vardır: “Dürüst müydün, insan mıydın? İnsan olarak doğdun
ama insan olarak yaşayabildin mi?” ve işte o zaman anlarsın: toprağa düşen
terin, dökülen gözyaşının, iç çekişlerin ve suskun kalışların bile hesabı
tutulurmuş. İlahi adalet, gecikse de asla unutmazmış.
İnsan adı verilen
varlık ne kadar da narin bir terazinin kefesinde yürümektedir esasında. Bir
yanda kendi hakkı, diğer yanda başkasının. En küçük dengesizlikte, hayatın
bütün direkleri sarsılıyor. Çünkü kul hakkı, görünmeyen bir sınır gibi çekilmiş
aramıza; aşan yanar, çiğneyen batar. İnsan, bir çift gözde yankılanan kederi
hafife alır çoğu zaman. “Ne olacak, unutur, unutulur. Yaptıklarım yanıma kar
kalır. Ben haklıyım ve diğerleri her zaman haksız.” der, geçer. Oysa kul hakkı,
unutulmaz, affedilmez. Sessizliğin arasında ince bir sızı gibi dolaşır, insanın
göğsünde yeri hiç dolmayan bir boşluk bırakır.
Biliyor musunuz?
Kul hakkı öyle garip bir şey ki. Bazen
yediğin lokmanın tadını kaçırır. Bazen de en parlak ışıkların altında bile
karanlık bir gölge gibi düşer yüzüne. Çünkü insan, yalnızca başkasının malını
değil, bazen onun onurunu, itibarını, huzurunu da çalar. Bunlar öyle kolayca
geri verilecek şeyler değildir.
Ölüm var insanoğlu, iyi ki ölüm var. Kefenin
cebi yok. Ne para, ne makam, ne şöhret, ne makam, ne mevki, ne de başka bir
şey. Hiçbiri gitmez insanla birlikte.
Ama kul hakkı gider. Yakasına yapışır insanın. O yüzden bazen en büyük
zenginlik, ardında helal edilmiş bir dua bırakmaktır. Çünkü bir gün herkes,
kendi terazisinin önüne dikilecek. Hayat kısa. Dünya malı göz alıcı bir serap.
Ama hak, suda yürüyen ateş gibi. Dokunmaya kalkarsan yanarsın. Çünkü kul hakkı,
mahşer günü insanın boynunda en ağır zincir olur. İşte bu yüzden, insanın en
büyük sınavı dürüstlükte değil, adalette; başkasının hakkını kendi hakkı kadar
kutsal bilmekte saklı. Belki de bu yüzden, helallik istemek, insanın kendine
verebileceği en büyük özgürlüktür.
Gökyüzü
alçaldığında, bulutların arasından süzülen her ışık, bir hesabın görüldüğünü
fısıldar. İnsan, bu dünyaya bir su misali akar; kimisi berrak, kimisi bulanık.
Ama nehirler sonunda denize dökülürken, her damla kendi rengini bırakır kıyıya.
İlahi adalet de böyle işler: sessiz, derin ve kaçınılmaz. Bir gün herkes, o son
bakışı atacak geriye. Eller boş, yürekler ağır. Yalanlar, ihanetler, çalınan
her nefes, ekilmeyen her tohum hepsi bir gün toprağın altından filizlenir.
Çünkü hiçbir şey kaybolmaz; sadece dönüşür. Birinin gözyaşı, ötekinin alnına
düşen ter olur. Birinin haksızlığı, ötekinin yükünü ağırlaştırır. Ama denge, en
beklenmedik anda tecelli eder. Bu dünya bir rüya sahnesidir. Perde indiğinde,
oyuncular kostümlerini çıkarır. Altında kalan, sadece insanın kendi yüzüdür.
Servetler, unvanlar, gururla biriktirilen o boş hayaller. Hepsi birer maskeden ibaret. Ölüm, en büyük
müfettiştir; kimseyi geçirmez o kapıdan fazlasıyla. Yalnızca dürüstlük,
yalnızca iyilik, yalnızca insanın kendine ve başkasına verdiği sözler kalır
geriye. Belki bugün haksız kazananlar gülüyor. Belki bugün doğrular yalnız. Ama
unutma: Gecenin en karanlık anı, şafağın en yakın olduğu andır. Her şey yerini
bulacak. Çünkü bu dünya bir köprü; aşan geçer, kalan çürür. İnsan, bu köprüden
geçerken, sadece yüreğinde taşıdığı ışığı götürür. Bu cılız nefeslerimizde
yankılanan her sitem, her çığlık; bir zamanlar göğsümüzde harlanan o
yangınların külleri. Sanırız ki, gölgesini bile düşüremediğimiz bu dünyada,
hakkın terazisi şaştı, adalet sustu. Oysa her fısıltı, her gizli hesap, zamanın
o sessiz, görünmez eliyle yazılmakta. Kimi, ardında bıraktığı yıkıntıların
üzerine bir şato diktiğini sanır, yükselir de yükselir. Ama bilmez ki, o
şatonun temeli çürük, her an yıkılmaya mahkûmdur. Bilmez ki, ardında bıraktığı
o çığlıklar, bir gün kendi vicdanının en derin köşesinde yankılanacaktır. Şimdi
insan, bir an durmalı ve düşünmeli: Kim, bu dünyadan yanına ne alıp gidebildi?
Altınlar, gümüşler, ihtişamlı unvanlar. Hepsi, birer toz bulutu gibi dağılıp
gitmeyecek mi? Kefenin cebi yok, evet. Ama ruhun da bir yükü var, değil mi? Bu
fani bedenden sıyrıldığımızda geriye kalan, sadece yaşadıklarımızın değil,
yaşattıklarımızın da yankısı olacak. Her haksız kazanç, her gasp edilmiş hak,
ruhun defterine birer mühür gibi basılacak. O mühürler, mahşerin o büyük
duruşmasında, en çıplak haliyle önümüze serilecek.
Adalet, öyle bir
kavram ki, sadece bu dünyevi yasalarla sınırlı değil. O, evrenin ta kendisiyle
örülmüş, zamanın ötesinde bir hakikat. Bir tohum atarsın toprağa, ne ekersen
onu biçersin. Bu kadar basit, bu kadar gerçek. Kimi, ekmeden biçmeye kalkışır;
başkasının emeğine göz diker. Ama o da bilmez ki, o hasadın tadı acıdır,
midesinde bir düğüm gibi kalır. Sonunda, o düğüm çözülene dek huzur bulamaz.
Ölüm, iyi ki var
ölüm. O büyük eşik. Kimi için bir son, kimi için bir başlangıç. Ama her ne
olursa olsun, kaçınılmaz bir gerçek ve belki de hayattaki tek gerçek. Bu
gerçek, tüm hesapları sıfırlar. Tüm dünya malı, tüm unvanlar, tüm ihtiraslar o
eşikte kalır. Geriye kalan nedir? Bir vicdanın rahatlığı, bir kalbin huzuru; dürüstlük,
namus, merhamet. İşte bunlar, ölümün ötesine taşınırken bırakılabilecek
miraslar. Hayat dediğimiz, bir nefeslik durak; bir oyun sahnesi. Rolün ne
olursa olsun, sahneden ayrılırken nefretle değil, huzurla ayrılmak mühim.
Kimsenin hakkını gasp etmeden, kimsenin kalbini kırmadan, incitmeden
yaşayabildin mi? İşte asıl mesele bu. Unutmamak gerekir ki, o büyük mahkeme,
sadece birilerinin kurduğu bir sistem değil. O, kâinatın ta kendisi. Her
eylemimiz, her düşüncemiz, evrenin hafızasında kayıtlı. Gün gelecek, o
kayıtlar, kendi yüzümüze bir ayna gibi tutulacak. O aynada, en çıplak halimizle
kendimizi göreceğiz. Kimi sevinçle, kimi hüzünle, kimi pişmanlıkla. İşte o an,
ilahi adaletin eninde sonunda tecelli ettiğini, kimsenin hakkının kimsede
kalmadığını anlayacağız. Belki de o an, bu dünyevi çabalarımızın ne kadar da
boş, ne kadar da anlamsız olduğunu fark edeceğiz. O zaman, belki de geç
olmadan, kalbimizin pusulasını hakka ve adalete çevirebiliriz.
Ne güzel bir
sözdür; "Allah'ın değirmeni ağır döner ama ununu ince eler."
(
Adaletin İnce Eleği başlıklı yazı
MESUT ÇİFTCİ tarafından
11.07.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.