13 MAYIS 2017 , CUMARTESİ 11:13
İslam Konferansına Üye Ülkeler
Parlamentolar Birliği Genel Sekreteri Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç
Derin Tarih Yazı İşleri Şefi Halil Solak,
Türkiye-İran ilişkilerinin tarihî arka planını, Osmanlı diplomasi
tecrübelerini, İran’ın siyaset ve kültür dünyası ile Türkiye’nin İran
politikasının seyrini en yetkin isimlerden biriyle, Prof. Dr. Mahmud
Erol Kılıç ile konuştu.
İslam Konferansına Üye
Ülkeler Parlamentolar Birliği Genel Sekreteri Kılıç, soğuk bir İstanbul
günü Isfahan’ı, Kum’u, Necef’i, Kerbela’yı ve İran’a dair pek çok bilinmeyen
ayrıntıyı anlattı. Ufuk açıcı yaklaşımlarla dolu bu doyumsuz sohbette kadim
komşumuz İran’ın esrarengiz dünyasına açılan kapıları objektif tespitler ve
çarpıcı yorumlarla aralamayı denedik.
Türkiye ile İran… Son
zamanlarda iki ülkenin adı ‘tehlikeli oyunlar’ içinde yer alsa da aslında
tanışıklıkları çok eskiye gidiyor.
İran deyince ne
anlamamız gerekiyor?
Anadolu insanının
köken, zevk ve estetik anlayış itibariyle İslam dünyasında kendine en yakın
görebileceği halk ve kültür havzası olarak İran iklimini gösterebiliriz. Yalnız
‘İran’ olgusunu iyi tanımlamak lazım. Günümüzde ‘İran’ denildiğinde bazı
sebeplerden dolayı negatif şeyler canlanıyor insanların kafasında. Öncelikle
şunu bilmeliyiz:
İran bir coğrafyanın adıdır, bir ırkın adı değildir. Ve o coğrafyada
değişik ırklar yaşamaktadır; tıpkı Anadolu coğrafyasında olduğu gibi...
Hatta İran platosunda
hakim etnik unsurlardan bazıları Azeriler, Türkmenler, Halaçlar, Kaşgaylar,
Horasanlılar gibi Türkî unsurlardır. Tabii tıpkı Fars etnik unsuru ve ona bağlı
alt dalların aynı platoya daha çok kuzeydoğudan muhaceret yoluyla gelerek
yerleşmesi gibi Türkî unsurlar da buraya kuzeydoğu cihetinden gelmişlerdir.
Yani genellikle zannedildiği gibi İran platosu Farsların ana vatanı değildir,
Fars unsurların da Kavimler Göçü ile aslen Güney Afganistan ve Kuzey Hindistan
platolarından indiği söylenmektedir.
Biz de İslamiyet’i
İran üzerinden tanıdık, değil mi?
Evet, Türklerin
İslam’a kitlesel olarak geçişleri de Horasan ve Maveraünnehir bölgelerinde
Farsça konuşan unsurlar üzerinden olmuştur. Yani Türkler, tarihî şartlar
itibariyle İslam’ı doğrudan Araplarla değil, Fars unsurla muhatap olarak
tanımışlardır. Bugün Türk dillerinde, Türkî lehçelerde dinî terminoloji
Arapçadan ziyade Farsçadan kuruludur. O kadar ki, bugün İranlıların Arapça
olarak kullandıkları bir dinî terminolojiyi Türkler hala Farsça kullanmaya
devam etmektedirler. Mesela ‘abdest’ kelimesi Farsçadır. Ancak bugün İranlılar
abdest değil, ‘vuzu’ demekte, yani kelimenin Arapçasını kullanmaktadırlar.
Türkler hala ‘ellerin yıkanması’ anlamında abdest kelimesini kullanmaktalar.
Binaenaleyh henüz
aralarında mezhebî ayrılıklar başlamadığı zamanlarda Anadolu Müslüman halkları
ile İran halkları arasında tatlı bir irtibat olduğunu görmekteyiz. Zaten
Farslar aslen sünni bir halk iken onları Türkler Şiileştirmiştir ki, dikkatle
incelenmesi gereken bir konudur.
Dahası İran sahası
üzerinde son 500 senedir Selçukîler, Safevîler, Kaçarlar gibi Türkî
hanedanların yönetimde olması bu coğrafyayı tıpkı Anadolu gibi Türklerin
vatanlarından biri yapmıştır. Batıya doğru ilerleyişlerinde Anadolu’ya ulaşan
Türkler buraya doğrudan Orta Asya’dan -uçağa binerek- gelmiş değillerdir.
Uzunca bir süre İran coğrafyasında yaşamışlardır. Hatta Anadolu’ya gelen
Türklerin ve de Osmanoğullarının kökeninin ‘Orta Asya’ olduğu konusunda ciddi
tenkidler vardır. Bir görüşe göre Kayı boyunun çıkış yeri, bugün Kuzeydoğu
İran’da Türkmenistan sınırına yakın ‘Yeke Gavuz’ köyüdür. Yakın zamanda gezdim
o bölgeleri. Harika bir tabiatı var. Bizim Doğu Karadeniz’e benziyor.
Anadolu-İran
münasebetinde Persler dönemi çok önemli, değil mi?
Aslında Anadolu ile
İran irtibatı Türkler Anadolu’ya gelmeden evvel, tarihin eski dönemlerine kadar
uzanıyor. Mesela Anadolu’da büyük bir Pers hakimiyeti dönemi var. Bu dönem,
Türkiye’deki arkeoloji araştırmalarında ihmal ediliyor; çünkü Osmanlı ve
Selçuklu öncesinde bu topraklarda yaşayan unsurlar daha çok Grek unsurlar
olunca, araştırmalarda ortaya çıkan her şey onlara mal ediliyor. Oysa Grek’ten
evvel Hitit vardı, Bizans vardı. Nedense Grekler burayı anavatanı olarak
görmekte. Siyonist felsefenin Kudüs’ü kutsallaştırması, “Kudüs’süz bir
Yahudilik düşünülemez” noktasına gelmesi gibi Anadolu’yu aşırı takdis eden bir
Helen milliyetçiliği var ve Türkiye’deki arkeolojik buluntularda her şeyin
Yunan’a mal edilmesi, Grek unsurun haricinde bulunan şeyler olursa üstünün
kapatılması gibi bir Helen hegemonyası görülüyor.
Elimizde Pers
hakimiyeti dönemine ait kalıntılar var mı?
Elbette. Bugün çok iyi
biliyoruz ki Çanakkale’de Zerdüşt mabedi kalıntıları, Küçükçekmece’nin
ilerisinde yine Daryüs adına bazı eski Pers yazıları, Foça yakınlarında ve
Gaziantep Islahiye taraflarında Pers dönemine ait bazı kalıntılar bulunmuştur.
Yani Anadolu’da iki asır süren bir Pers egemenliği dönemi bulunmakta.
Dolayısıyla Anadolu ile İran irtibatı İslam öncesine dayanır.
Hızlı bir geçiş olacak
ama çok tartışılan Osmanlı-Safevi ilişkileri hakkında ne demek istersiniz?
Siyasî tarihte
bireysel ihtiraslar ve hülyalar çok önemli bir yer tutar. Şah İsmail Sünnî
çıkışlı bir tasavvuf ocağında yetişmiş, bilahere çevresinde kendisine bağlı
insanlar oluşmuş, ama zamanla şeyhlikle şahlığı birbirine karıştırmaya başlamış
biridir. Buna mukabil biraz da Mehdici bir yaklaşımla “Ben hem şeyhim, hem de
şahım; herkes bana tâbi olmalı” gibi bir hülyanın peşinden gider. Bu anlayışla
hareket ederek Osmanlı sultanını en büyük rakip olarak görür. Onu küçümseyen
davranışlarda bulunup “Gel bana tâbi ol” dercesine dâîlerini Anadolu’ya
göndererek adam devşirmeye başlar. Oysa o esnada Osmanlı Batı’ya doğru
ilerlemek istemektedir.
Burada siyasî bir soru
sormak istiyorum: Şah İsmail ile Portekizlilerin irtibatı nedir?
Şah İsmail’in Portekiz
Katolik dünyasıyla çok yakın bir irtibatının olduğunu görmekteyiz. Yazışmalar
var. Çünkü güneyde deniz yolları hakimiyeti Portekizlilerin elinde.Şah İsmail,
Portekiz’in ve diğer Katolik dünyanın siyasî desteği ve kışkırtmasıyla -tıpkı
bugünkü senaryolar gibi- Avrupa’ya yönelik Osmanlı tehdidini kırmak, dikkatini
Doğu’ya çekerek enerjisini dağıtmak için kullanılmış da olabilir.
Şah İsmail olayı hala
çözemediğim bir muammadır: Hatâî mahlasıyla yazdığı şiirleri derin bir irfan
mahsulü olup büyük bir zevkle okurum. Bu şiirleri yazan kişinin bir gecede
Tebriz’de binlerce âlimi kılıçtan geçirdiğini okuduğumda şunu düşündüm: O
şiirleri yazan bunu yapamaz, bunu yapan onları yazamaz!
Şah İsmail
Osmanoğullarıyla dalaşmak, onları hidayete çağırmak yerine kendi işine baksaydı
ve eğer tebliğ yapacaksa Osmanlı gibi ‘küffar’a karşı yapsaydı çok daha iyi
olurdu. Zaten onun bu türden zulümlerine ortak olmak istemeyen bazı Şii alimler
dahi yanından kaçarak uzaklara, mesela Hind’e hicret etmişlerdir. Şeyh Sa’di
şöyle der: “İki Sultan koskaca dünyaya sığamaz; ama yüz derviş bir seccadeye
sığar.”
Osmanlı’nın Oniki
İmam’a bakışı nasıldı?
Peygamber Efendimizin
(sas) Medine’de kabrini ziyaret edip kuşak yazılarına baktığınızda oralarda çok
güzel ayet ve hadisler bulunmakla beraber Oniki İmam’ın isimlerinin de yer
aldığını görürsünüz. Bunu oraya Osmanlı yazmıştır, İran uleması değil! Bugün
Vahhabî bazı Araplar “Bu ne arıyor burada?” diyorlar. Çünkü Oniki İmam inancı
her Sünni toplulukta yoktur. Osmanlı Sünnidir ama Oniki İmamı bir İmamî ya da
Caferî gibi itikat düzeyinde olmasa da ‘Hâdî’, yani hidayet veren rehberler
düzeyinde, ‘veliyyullah’ ve Âl-i Resul olarak gördüğünden hürmeten isimlerini
yazmıştır. Buralar Osmanlı idaresindeyken Kerbela ve Necef’e en büyük
yatırımları yine Osmanlı yapmıştır.
Bu açıdan siyasî
çekişmeler bir tarafa, Osmanlı kültürü ile İran coğrafyası ve kültürü
münasebeti zannedildiğinden büyüktür. Hatta siyasîler çatışırken dahi kültürel
anlamda irtibatın kopmadığını görmekteyiz. Anadolu’da pek çok tarihî
kabristanda ‘Isfahanî’, ‘Tebrîzî’, ‘Şîrazî’ künyeli zevatın mezar taşlarına
denk gelirsiniz. Fatih, Yavuz Tebriz’den yüzlerce alim ve sanatkârı İstanbul’a
getirtmişlerdir. En ilginci de Yavuz’un şiirleri Farsça iken Şah İsmail’in
şiirlerinin Türkçe olması. Siyasî rakipler ama kültürde kardeşler...
Daha sonraki
dönemlerde siyasî alanda mesela Nadir Şah’ın bir projesi vardı ki eğer ona
Osmanlı uleması olumlu cevap verseydi bugün tek devlet, iki millet olacaktık.
Beşinci mezhep’
projesi değil mi hocam?
Evet, Nadir Şah
Osmanlı’ya gönderdiği mektupta şöyle diyor: “Sizin ulemanız, Caferîliği beşinci
mezhep olarak kabul etsin, ben sultanlıktan vazgeçiyorum. Tek bir sultanın
idaresinde tek bir devlet olacağız.” Lakin bu teklifin, dönemin Osmanlı
ulemasının “Biz Caferîleri beşinci mezhep olarak kabul edemeyiz” yaklaşımından
dolayı reddedildiği biliniyor.
Yeri gelmişken bir
anekdotu da nakledeyim: Görüşmeler sırasında Türk heyetinin başında meşhur Koca
Ragıb Paşa var, Tahkik ve Tevfik isimli kitabında anlatıyor.
İki taraf bir masaya oturmuşlar (bu arada iki tarafın da etnik olarak Türk
olduğunun altını çizmek isterim). Ragıb Paşa söze şöyle başlamış: “…Biz ki
büyük arif Muhyiddin-i Arabî’nin eş-Şeceretü’n-Nu’mâniye isimli
kitabında daha kurulmadan evvel kurulacağını tebşir ettiği Devlet-i Aliyye’nin
mensuplarıyız. Peki ya siz kimsüz?” Bunun arkasında bir tür küçümseme, yani
“Sen nereye dayanıyorsun, senin kaynağın neresi, meşruiyeti nereden alıyorsun?”
gibi bir sorgulama anlamı vardır.
Teklif hakkında siz ne
düşünüyorsunuz?
Ben şahsen teklifi
biraz daha incelemeliydik kanaatindeyim. Kültürel olarak bu kadar yakın halklar
için bir İslam birliği oluşturulması adına iyi bir fırsattı. Sünnî meşihatta
Caferiyenin de bir masada temsil edilmesinin bugün ülkemizdeki Alevî-Sünnî ve
global anlamda Sünnî-Şia etkileşimi açısından çok önemli bir rolü olurdu diye
düşünüyorum. Şu anda makas, Sünni irfansızlar ile Şii irfansızların elinde.
Makas gittikçe açılmakta ve bazı dış güçler de bunu büyük bir keyifle
desteklemekte!
Oysa size çok ilginç
bir şey söyleyeyim: Kurtuluş Savaşı esnasında büyük Şii mercii Şehid Müderris
“Müslümanların halifesi ve yurdu işgal ediliyor, onları İngilizlere karşı
müdafaa etmek her Müslümanın üzerine vaciptir” fetvası vererek bağlılarından
müteşekkil bir ordu kurup Bağdat’a yürümek istemiştir. Bakınız birlik fikrine!
İran deyince akla
gelen iki unsur var: Sünnilik ve Şiilik. Bunların tasavvufî dünyadaki
yansımaları nelerdir?
Tasavvuf kültürümüzde
Sünni ve Şii unsurların çok güzel bir sentezinin yakalandığını görüyoruz. Hz.
Ali’nin ve Ehl-i Beyt’in üstünlüğü vurgulanır tasavvufta. Bununla beraber Ehl-i
Beyt’ten olmayan ashab ve ilk üç halife de kabul edilir. Hz. Hüseyin’in şehit
edilmesi anılır, şehit edenler hiçbir zaman haklı bulunmaz ve Emevi ailesi bu muhitte
hüsnükabul görmez.
Osmanlı’nın ilk ve
orta dönemlerinde bazı farklı görüşler arasında çok keskin olmayan tatlı
geçişler olduğunu, tahammül olduğunu görüyoruz. Sünni Şiaya, Şia Sünniye
tahammül edebiliyordu. Ama daha geç dönemlerde Şia tarafından ilk üç sahabeye
hakaret ve küfre varan yakışık almayan sözlerin dile getirilmesi, Sünnilerin de
Şiayı tekfire varan ifadeleriyle beraber bugün makas çok fazla açılmış durumda.
Maalesef son dönemde açılan makas birilerinin de işine geliyor. Bu çok acı bir
durum. Özellikle ilim ve kültür seviyesinin düşük olduğu Hindistan, Pakistan,
Afganistan, Irak ve Yemen gibi bu iki mezhebin beraber yaşadığı toplumlarda
maalesef çok nahoş şeyler olmakta.
Tasavvufun Sünniliğin
ve Şiiliğin bazı unsurlarını birleştiren yaklaşımı zaman içinde kantarın
topuzunun bir tarafa kaçmasına sebebiyet vermiştir. Özellikle 19. yüzyılda bir
taraftan bazı medrese ehlinde, öbür taraftan bazı Bektaşilerde ve bazı Alevi
ocaklarında ölçü şaşmıştır. Kalkandelen’de Bektaşi Babasının atıyla camiye girerek
secdede olan cemaate, “Allah’ı domalarak yerde mi arıyorsunuz bre gafiller”
diye hakaret etmesi, peşinden oluşan nahoş tepkilerin muharrik-i evveli
(harekete geçiricisi) olmuştur. Oysa bu dönemden evvel Eyüp Camii’nin imamının
Karyağdı Baba Bektaşi Dergahı’nın şeyhi olduğunu görürüz. Yani makas zaman
zaman daralmış, zaman zaman açılmıştır.
Tarihteki bu
açılmalar, maalesef her iki halka da ağır darbe vurmuştur. Günümüzde de böyle
bir tehlike hissetmekteyim. Bazı dış mihrakların bir taşla iki kuş vuralım
hesabına kurban gidecek bir Sünni-Şii ihtilafı yaratılmaya çalışılıyor. Mamafih
Peygamber Efendimizin (sas) kıyamet alametlerine dair hadisleri arasında da yer
alır bu. “İki büyük Müslüman taife birbirlerini kırmadıkça kıyamet kopmayacak”
sözü hafazanallah bizi derin kaygılara götürmekte. “Sünniyim” diyenlerin
ham-softalık düzeyine çıkan irfandan uzak Sünnilik anlayışı, “Şiiyim”
diyenlerin de salt Sünni karşıtı olmak tezi üzerinde var olmaları ve aynı
düzeyde irfsansız bir Şiilik halinde olması, maalesef kavgaya doğru gidişin
bazı işaretleri.
İran’da görevli bir
diplomat ve kültür adamı olarak bugünkü ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Günümüzde Türkiye-İran
münasebetleri daha çok politik bir yaklaşıma hapsolmuş vaziyette. Ben bunun
tehlikelerini görmekteyim. Halkların kardeşliği ile kültürün sürekliliği ve
etkileşimine inanan biz ilim adamları, olaya daha soğukkanlı bakmaya
çalışmaktayız. Biz, Çaldıran Savaşı’nda bile birbirlerinin çadırlarını ziyaret
edip sitar eşliğinde şiirlerini söyleyen şairlerdik.
Esasen uluslararası
planda İran’a karşı olan unsurlar çok üst bir gözle bakıldığında Türkiye’ye de
karşıdırlar. Zannedilmesin ki İran’a karşı olanlar Türkiye’ye dosttur.
Malumunuz, Saddam İran’a belirli hesaplar doğrultusunda saldırtılmış ama İran’ı
yenmesi de, ona yenilmesi de bir türlü istenmemiş ve bu şekilde sekiz yıl her
iki taraftan beyin kadroları ve gençler birbirine kırdırılmıştır.
Ya Humeyni dönemi...
Bana göre Ayetullah
Humeyni meselelere bakışı ve verdiği fetvalarla Sünniler ile Şiiler arasında
köprü vazifesi görebilecek biriydi. Mesela Hac’da ve başka yerlerde Sünni
(hatta Vahhabi) imamın arkasında namaz kılmak caizdir, ezanda ‘Aliyyen
Veliyyullah’ ilavesi okunması şart değildir gibi fetvaları önemliydi. Bence çok
manidar bir diğer fetvası da şudur: Tıpkı Halepçe’de olduğu gibi, üzerlerine
kimyasal bomba atan Irak ordusuna karşı benzer şekilde misilleme yapmayı teklif
eden İran Genelkurmay Başkanı’na cevabı şu olmuştur: “Hayır, tamamıyle ölsek de
biz böyle masumları da öldüren kitlesel imha silahı kullanamayız. Bu caiz
değildir.”
Kendisi tasavvuf
büyüklerinden etkilenmiş biriydi. Belki Türkler bilmiyorlar ama medresede
hocalık yaptığı yıllarda tam 30 küsur sene hangi kitabı okuttu biliyor musunuz?
Osmanlı şeyhülislamı Molla Fenari’nin yüksek metafizik kitabı Misbahü’l-Üns’ü.
Bu kitap üzerine talikatı var. Bizim ilahiyatçılarımız dahi Molla Fenari’nin bu
kitabından haberdar değillerdir.
Maalesef biz Sünniler
onun bu konumunu hakkıyla takdir edemedik ve bu fırsat kaçtı. Hatta -beni mazur
görsünler- bugün İranlılar dahi onun perpektifini anlayabilmiş değiller.
Sağlığında yapmakta olduğu Kur’an tefsiri derslerini “Bir şey anlamıyoruz”
diyerek kestirmişlerdi. Hatta bazı müfrid Şia alimleri daha da ileri giderek
onu sünni ve sufi ajanı olmakla itham etmişlerdi. Şiirleri yayınlanınca Kum
karıştı. Bir şiirinde şöyle diyor: “Bıktım soğuk medrese duvarlarından / Şarap
sunulan meyhane arıyorum.”
Onun vefatından sonra
çok şey değişti mi?
Şimdi “İran’ın
İran’dan başka dostu yok”, “Her şey İran için, İran’a göre ve İran tarafından”,
“Bir İranlı bütün dünyaya bedeldir” gibi sloganlar revaçta. Aslında İran’ın
‘ruşen-fikr’ denilen, vizyonu açık aydınları var. Bugün İran’ın vizyonunun
daralmasına sebep, daha düz mantık kullanan ve taşralı diyebileceğim bazı
yöneticileri ve ulemasıdır.
Sünniler de aynı değil
mi? Maalesef böylesi sığ düşünceli ulemanın da en büyük emeli bütün dünyayı Şii
veyahut Vahhabi yaparak bütün sorunları halletmektir. Üstelik bunu ‘küffar’a
karşışı yapmak yerine dünyanın muhtelif yerlerinde aslen Sünni olan bazı
bölgelerin insanlarını Şiileştirmek üzere yapıyor olmaları ciddi bazı sorunlar
doğurmaktadır. Bu tür tavırlar Sünni dünyada bazı refleksler gelişmesine sebep
oluyor.
Siyaset ile ulema
arasında kuvvetli bir ilişki var anladığımız kadarıyla.
Kesinlikle. Genel
anlamda Şiada, özel anlamda İran’da siyaset ve ulema irtibatını iyi okumamız
gerekiyor. Çünkü orada Türkiye ve Sünni dünyada olduğu gibi değildir bu
irtibat. Şia uleması müstakildir. Özellikle merci-i taklid düzeyine çıkmış
olanları halktan ve bağlılarından ‘humus’ denilen yüksek meblağda bir maddi
katkı aldıkları için bazı ayetullahların bütçeleri Afrika’daki kimi küçük
ülkelerin bütçelerinden bile fazladır. Bu ulema, maddî imkânlarla kendi
zihniyetleri doğrultusunda faaliyetlerde bulunmaktadır. Bazısı bu serveti
yukarıda temas ettiğim faaliyetlerde kullanırken, bazısı hiç böyle işlere
tenezzül etmeden daha ulvî işlerde kullanırlar. Mesela Ayetullah Mar’aşi Necefi
kendisini tamamen elyazması kitap toplamaya hasretmiş, bütün hayat ve servetini
kitaplara harcamıştır. Bugün Süleymaniye Kütüphanesi’nden sonra İslam
dünyasının en büyük yazma eser koleksiyonu Mar’aşi Necefi Kütüphanesi’nde bu
şekilde meydana gelmiştir.
Bütün bunlardan sonra
sizce nasıl bir yol izlenmeli?
Bugün bütün dünya
birleşmeye doğru adım atarken, bunun zeminini ararken İslam dünyasının
mezheplerini din haline getirip ihtilaf yolları araması çok üzücüdür. Hatta
insanlığın global manada ortak sorunları üzerine dinler arası diyaloglar dahi
yapılabilirken iki Müslüman mezhebin diyalog çalışmaları yapmamalarını
anlayamıyorum. Tabii bunun için yüksek irfan seviyesine çıkmış hakikat ehli
ulemaya ihtiyaç var. Bu da herhalde yine tasavvufun başına kalacak gibi
görünüyor. Unutmayın ki Birleşmiş Milletler’in ana mottosu olarak bir İslam
arifinin, Şeyh Sadî’nin şu sözü seçilmiş ve de binanın girişine
asılmıştır: “Benî adem âza-yı yek digerend”, yani “İnsanoğulları
birbirlerinin uzvu gibidirler.”
Bir şu evrenselliğe bakınız, bir de birbirlerinin camilerine intihar saldırısı düzenleyenlerin seviyesine. İslam dünyası başkasına suç atma kolaylığına fena alıştı. Önce kendisini düzeltsin, sonra bütün işlerin düzeldiğini göreceksiniz. “Biz birleştirmek için geldik, ayırmak için değil” diyen Mevlanalara ihtiyaç had safhada.
https://www.gzt.com/derin-tarih/prof-dr-mahmud-erol-kilicanadoluyu-200-yil-iranlilar-yonetti-2659165