Mevlâ, Sessizce Dokunur Sabırla Bekleyenlerin Gönlüne


Mevlâ Sessizce Dokunur Sabırla Bekleyenlerin Gönlüne

 

   Mevla’nın yarımıyla kul sabır alır, beklemekle çoğalır. Lakin sabır bazen bir kuşun çırpınışı kadar kırılgandır; kanatlanır ama uçmaz, akar ama ulaşmaz, beklemek gerekir.  Ve biz, yetinmeyi öğrenen ama yetememenin acısını yudumlayan mahzun kalemleriz. Her yalan bir kurban, her suskunluk bir mezar... Ama kelam, ey aşkın kokusunu taşıyan kelam—sen bu enkaza inmez misin? Gönül göğüne bir cümle bırakmaz mısın, “Yeniden” diyen? Sözcük, aşkla doğduğunda işte orada başlar hakikat: Ne varsa suskunlukta saklı, ne varsa bir kuşun son çırpınışında gizli… Gönül, bir kuş değil mi?

   Gelin, o zaman kelâmı serelim yüreğin genişliğine… Sayfalarca taşsın; hem aşkın kokusuyla hem de sabrın selametiyle. Benim, sizin çağrımızla içimizde yankılanan duyguları kelimelere dökelim. Bu bir başlangıç; kelâmın rüzgârını dinleyelim ve dilersek sabırla daha da çoğaltırız… Mevlâ, sessizce dokunur sabırla bekleyenlerin alnına. Beklemek… Ne hoş bir fiil, varlığı bile sevinç değil mi? Biz, kanaatle yaşayan ama, sabırsızlık olunca içten içe eksilişin yankısıyla tükenenleriz. Her itham, her yalan bir taşı daha yerinden söker içimizdeki mabedin. Yıkılırız ama sessizce. Kurban oluruz ama fark edilmeden. Ta ki kelâm yetişene dek...

   Kelâm — ah, kelâm! Aşkın en kadim yoldaşı… Gönül aynasına düşen o titrek ışık. Suskunluğun içinden doğan bir nida... Ne zaman ki bir cümleyle dokunulur yüreğe, işte orada başlar dönüşüm. Yalanın karşısına dikilen bir kelime, sabrın ortasına serpilen bir harf, bekleyişin anlamını değiştiren bir fırtına. Bir kuş gibi çırpınır kelâm; bazen gönlün loşluğunda yankılanır, bazen sokak lambalarının altında titrer. Aşkı taşıyan kelâm, bir çiçeğin dudağına kondurulmuş dua gibidir. Ne tam görülür ne de unutulur.

   Ve sen ey kelâm taşıyan, aşkı koklayan gönül… İçindeki fırtınayı kaleme bağla. Yaz ki yürek serinlesin. Yaz ki suskunluk konuşsun. Yaz ki aşk yeniden tanımlansın. Gönül dediğin bir ayna değil yalnızca; aynı zamanda bir kuyu. Aşkı yansıttığı kadar saklar da… Ne zaman bir kelâm dökülür dudağımızdan, aynada bir çatlak baş gösterir. Her sözcük, içimizdeki sessizliğe düşen bir taş. Her cümle, bir yankı...

   Ve aşk — aşk, en çok susuşta büyür. Hani bir gönül rüzgârın sesiyle uyanırsın ya; işte aşk da öyle sessiz, ama çok şey anlatan bir dokunuş gibi. Yüreği kuş gibi çırpınanlar bilir bunu. Çünkü onların bekleyişi bir dua gibidir; görünmez ama hissedilir. Aşkı kelâmda arayanlar, aslında kendilerini ararlar. Rızkı sabah ile gelen Mevla’nın huzurunda bekleyen gönüller, en çok bu aynaya bakarlar. Ama bazen o aynada bir şey eksiktir… Belki bir gülümseme, belki bir hatırlayış.

   İşte orada başlar yüreğin şiiri. Sözcük, aynadaki eksikliği doldurmak ister. Her harf bir adım; her cümle bir geri dönüş. Unutulmuş aşklara, terk edilmiş dağ evlerine, suskun gözlere… Kelâm, bir yeniden diriliştir. Söylenen yalanlara kurban giden nice kelâm vardır. Onlar, yürekten doğmuş ama dudaktan çıkamamıştır. İthamlar arasında sıkışıp kalan duygular... Mahkûm edilmiş niyetler... Bir çağ ki doğrulukla değil, gösteriyle ölçülür; kelâm orada bir başkaldırıdır. “Yeter” diyen bir sözcük, tüm kurbanlara ağıt olur. Biz kelâmı yalnız aşk için değil, adalet için de kullanırız. Çünkü kelâm yalnız sevmek değil, aynı zamanda savunmaktır. Dilsiz bırakılanların sesi, unutulanların izi... Ve işte tam bu noktada aşk yeniden şekil alır. Bir yalanı bozan, bir gerçeği ortaya çıkaran kelâmda gizlidir en büyük sevgi. Çünkü hakikati seven, en derin aşkla sever. “Allah’ım,” deriz,
“İçimdeki telaşı sükûna çevir.
Huzuru sözlerde aradım,
ama en çok susuşta buldum.”

   Aşk bazen bir sığınak değil, bir yangındır. Ama en sessizinden… Öyle yüksek sesle yanmaz ki; sadece kalbin en kuytu köşesinde usulca yakar. Ve biz, bu yanışta bir avuntu ararız. Dışarıdan değil, içerden. Kelâm burada bir nefestir: susarak konuşan, konuşmadan teselli eden. İçsel teselli, aşkın en mahrem törenidir. Bir kalbin kendini kucaklamasıdır. Her beklentinin yavaşça sökülüp yerini kabullenişe bırakması… Ama bu kabulleniş öyle kuru değil; şefkatle dokunur ruhun kıvrımlarına. Kendiyle yüzleşmektir bu: “O olmayacak belki,” dersin, ama içinden bir ses ekler, “Sen varsın, o zaman Rabbin var ve olur.” Avunmak burada kelâm değil, sessizlikle örülür. Aşk kendi eksikliğini anlatırken bile umut taşır. Çünkü her eksilişte bir yeniden başlama arzusu gizlidir. İçsel teselli, işte o arzuyu tanır. “Gitmek zorundaydı,” derken bile, “Ama güzeldi,” diyebilmek…

Gönlün dağ evinde tek başına oturup onun adını son kez fısıldamak gibidir. Son kelimeyi ona değil, kendine söylemek:

“Ben sana değil, kendime razıyım artık.”
“Sen gitmiş olabilirsin, ama bende kalan iz, yol gösteriyor.”

  Her içsel teselli bir ritim taşır. Gönül önce hızlı çarpar — telaş, korku, eksiklik. Sonra yavaşlar. Bir şiirin ortasında dinlenen mısra gibidir. İşte orada başlar aşkın kendini avutma biçimi. Bir fincan çayla, eski bir şarkıyla, çocukken izlenen bir gökyüzüyle. Aşk, kendi izini takip eder. Dışarıda bir “sen” yoktur artık; içeride bir “ben” vardır.Ve o ben, daha önce hiç bu kadar suskun ama güçlü olmamıştır, vesselam.

Mehmet Aluç

 

 

 


( Mevlâ, Sessizce Dokunur Sabırla Bekleyenlerin Gönlüne başlıklı yazı kul mehmet tarafından 13.07.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu