Deneme / Hayata Dair Denemeler
Eklenme Tarihi : 7/14/2025İçimde Zamanın Sıçradığı Hatıraların Birbirine Çarptığı Bir Yankı

Oturdum yine, klavyenin başına… Zihnimin kıvrımlarında dolaşan düşüncelerle baş başa, içsel bir sessizliğin orta yerindeyim. Yazmaya çalışıyorum aklıma takılanları; ama aslında yazdığım, takılan değil, takılı kalan belki de. Her harf, gecenin karanlığında kendimde bir yankı arıyor; her kelime, bir kırılmanın kenarından süzülüp kâğıda değiyor. Bu metin, ne tamamen düzenli ne de bütünüyle dağınık; zamansız sıçramalarla örülmüş bir iç monoluğun izlerini taşıyor. Kimi cümleler ıslık gibi arsız, kimi kelimeler bir dağ evinin içinde unutulmuş suskunluk kadar narin. Yokuşları metaforlaştıran, imgelerin iç sesini duymaya çalışan bir dil bu—kendi sesini arayan, ama onu bulduğunda bile susmayı tercih eden bir dil. Yazmak bir dirençtir; bazen unutmaya karşı, bazen hatırlamak için. Ve bu sayfalarda, belki de ikisi aynı anda var. İçimde kıpırdayan kelam, kalemin ucunda şekil bulurken, hayatın çatlaklarından sızan ışığı yakalamaya çalışıyorum.
Hayatın bazı dönemleri, arsız bir ıslık gibi gelir insanın üstüne. Ne yöne gideceği belirsiz bir rüzgâr, ne zaman çarpacağı kestirilemeyen bir karmaşa. O dik yokuşta, her adımda ayaklarımın altından kayan taşlar gibi, tutunacak anlamlar arıyorum. Yorgunluk, sadece bedensel değil; kaderin köşe kapmaca oynadığı sokaklarda yitirdiğim umutların yüküyle ağırlaşan bir hâl. Her köşe, bir ihtimalle dolu... Dönülen her virajda, geçmişin yankısını duyar gibi oluyorum. Bir zamanlar üzerine bastığım taşlar, şimdi sırtımda taşınması gereken birer yük olmuş. Bir kırılma daha: bir eski dostun unutulmuş sesi, bir fotoğrafın köşesinden fırlayan sitem. Ritmi yükseliyor içimde — hem adımlarımda hem kelimelerde. Arsız ıslıkla çarpışmak, belki de hayata karşı koymak değil, onunla mecburiyetiyle dansa kalkmak. Her ritmi içinden gelen bir kırılmayla, her adımı yeni bir teslimiyetle yakalıyor. Islığın tonu değiştikçe, benliğim de şekil alıyor. Kimi zaman hırçın, kimi zaman suskun...
Hayatın ısrarı bir oyun gibi: kuralları olmayan, ama cezaları bol olan. Yakalanmamak için dönerken köşeye, bir başka köşede kendinle yüz yüze geliyorsun. Belki de gerçek mücadele, kaderle değil, onun gölgesinde büyüyen benliğinle. Ve her yüzleşme, yeni bir kırılma. Bir an, bir bakış, bir yalnızlık anı. Bunlar sadece anılar değil, ritmin değiştiği dönemeçler. Kalem, bu yokuşu yazarken bir baston gibi elimde: hem destek, hem tanık. Kelam, bu ıslığa karşı kurulan bir sessizlik değil; onun içinden süzülen bir anlam arayışı. Arsızlığıyla yüzleşen insanın, içsel bir sürgünde kaleme sarılması bu... Bir yerde durmam gerek belki, ama yokuşun sonunda ne var bilmiyorum. Belki bir başka kırılma, belki bir soluklanma. Ama şunu biliyorum: her kelime, bir adımdır bu yokuşta. Her cümle, kaderin o köşesinde saklanan hakikate biraz daha yaklaşır.
Zamanın doğrusal olmadığını dik yokuşta anladım. Her adım, bir başka geçmişe sarkıyor; ayak izlerim aynı yerde dolanıyor, ama ben farklı bir benlikte ilerliyorum. Arsız bir ıslık, rüzgâr gibi değil bu sefer—bir çocukluğun gıcırdayan salıncağından geliyor; sonra bir annenin unuttuğu ninnide yankılanıyor. Islık zamansızdır, ama sesi bir çağın yarasına denk düşer. Kırıldım—ama tek bir çizgide değil. Kırılmalarım kıvrımlı: bir bakışta, bir gece lambasında, bir yokuşun adımında. Her metafor ötekine eklemleniyor; kader bir oyun değil artık, bir aynalar labirenti. Oynadığımız köşe kapmaca, yokuşun eğimine değil, zamanın dürtülerine karşı bize yolu gösteren ve yürüten. Yorgunluk burada fiziksel bir çöküş değil, zamanın üst üste binmiş katmanlarında kaybolmanın adı. Kaderin ısrarı bir çocukluk suskunluğunda, bir gençliğin haykırışında, bir yetişkinin iç çekişinde gizli. Metaforlar birbiriyle dans ediyor; dağ evi bir yalnızlık değil, bir geçmişin göğsünde unutulmuş mektup. Kalem, sadece baston değil artık—bir sismograf gibi ruhun titreşimlerini kaydediyor.
İmgeler… Seslerini duyduğum imgeler var. Bir pencere perdesi rüzgârda titriyor, ama titremesi, babamın sustuğu anla örtüşüyor. Bir sokak lambası yanıp sönüyor, ışığı annemin özlemiyle çatışıyor. Soyut sesler, bu denemede her kelimenin arkasına sinmiş; kelam, kelimeyi değil sesi kovalıyor artık. Sonunda o yokuşun bitip bitmeyeceği önemli değil; çünkü çıktığım her adım, zamansal bir sıçrayışla başka bir hikâyeye dönüşüyor. Ve ben, bu hikâyeyi yazarken, aslında zamanın içinde, kırılmış imgelerin sesini arıyorum. Zaman, bir rüzgâr gibi değil; bazen paslı bir kemanın ince bir tizliği gibi iniyor omuzlarıma. O yokuşu çıkarken, taşların birbirine sürtünmesinden doğan çıtırtı, içimdeki kararsızlığın sesine dönüşüyor. Arsız ıslık, artık sadece hava değil—çocukluğumun yırtık ayakkabısıyla taşlara çarpan hayallerin sesidir. Bir kırılma anı: pencerenin camına çarpan kuş. Cam, bir direnç değil; içe gömülen bir özlemin zarif çatlaması. O kuşun kanat sesi, göğsümde bir nabız gibi çarpıyor. Ardından, dağ evinin kapısı gıcırdıyor rüzgârla: kimsenin gelip gidemediği yalnızlığın soluk alışı gibi.
Gecenin lambası, sönüp yanarken tik taklar çıkarmaz; onun sesi, içimde zamanın sıçradığı, hatıraların birbirine çarptığı bir yankıdır. Lambanın titremesi, geçmişin nefesiyle seğiren bir umut kırıntısı... Kalem yere düşüyor sonra—çıkan ses bir çığlık değil, susturulmuş bir haykırış: yazılmamış bir mektubun iç çekişi gibi. İmgeler artık sadece görüntü değil. Bir bavulun fermuarı kapanıyor—içinde bırakılmış kelimelerin boğuk yankısıyla. Bir kurumuş çiçek hışırtısı duyuluyor, sevginin çöküşüne eşlik eden bir ezgi gibi. Her ses, bir zaman diliminin hatırasına eşlik ederken, yürümek bir senfoniye dönüşüyor: sessizlikle örülmüş, ama yankıyla sürüklenen bir anlatı gibi, vesselam.
Mehmet Aluç