
Ölümü giyindiğimi bilmiyordum üstelik
asla düşlememiştim ve sahip çıkmam gereken ne ise peşini kolluyordum elbet
arkamı kollamayı unutmuş ve yan yatmış sıra dağların aslında mezarım olduğunu
da bilmiyordum.
Bilmediğim başka şeyler de vardı
tıpkı ulumasını duyduğum kurda ve kuşa da yemi olacağımı bilmememe vesile olan
ahmaklığım ile kendimi ateşe atmışken.
Sözcükler kıvılcımdı tıpkı şarlayan
aşka methiyeler dizdiğim gibi ve boynumda sıra sıra dizili inciden geriye kalan
kopuk misina.
Aşkın da rahlesine sermiştim ölü
umutlarımı ve un ufak kalana kadar öğütmüştüm düşlerimi ne de olsa kibirli
düşlerimin mezarında ziyaretçi kabul etmiyordum. Varsa yoksa ölü kahramanlarım
ve ölü hatıralarım.
Çıkan yangın bakalım başka nelere yol
açacaktı? İçimde uyuyan yılan mıydı tek sorumlusu zehrin ve soluduğum havada
asılı idi hurafeler ve umuda ket vuran karanlığın gücü ile tepe taklak olduğum
ve uğultu da hız kesmiyordu.
Tanımsızlığın alfabesinde sahi, hangi
harfe denk düşüyordum ve bir hece olma lüksüm de yoktu. Ben çıplak bir harftim
hiçbir noktalama işaretinin bana ulaşmasına asla da izin vermiyordum ve bir kez
insan olma hakkım elimden alınmıştım en azından mutluluk denen furyada payıma
düşen boş bir çuvaldı kimi zaman kendimi çuvala tıktığım kimi zaman
yenemediğimde içimdeki iblisi uğursuzluğumla tahayyül dahi edemeyeceğim
hurafeler.
Kat çıkmam gereken beyitler vardı ve
şiirle denkleşen duygularım ve cüret etmediğim koca ömrün hitabesiydi şimdi
şiir olmaya meyletmiş ve ben içimdeki ırmak kurumak bilmiyordu ve ilhamımla yüzleşip
kendime de asla eremiyordum.
Asılsızdı söylenenler.
Sıfatlar asılsızdı.
Asal sayı olma hakkım bile yokken
sadece yuvarlandım yokuş aşağı ve karşıma çıkan her şeyi yuttum.
Annem kayıptı.
Babam ise asla var olmamış.
Kardeşlerimin tümü terk etmişti alfabeyi
ve çarpım tablosundaki akraba sayılar bana asla pas vermiyordu ve verdiğim es
sayesinde yeniden doğuyordum.
Fıtratımda saklıydı gizem ve izini
sürdüğüm.
Tanrısal bir çöküştü kimi zaman heba
ettiğime yandığım yetmezmiş gibi var olma coşkumla asla şerh de düşmüyordum
değil yalnızlık var olma ihtimalim bile boşuna hevesimi kursağımda bırakan
yanılgılardan sadece biriydi.
Ocağım tütmüyordu.
Dumanı gözümü bile yakmıyordu yanan
hatıraların ve göz çukurlarımda lanetli yılan yavruları çıkardıkları tıs sesi
ile bilfiil zehirliyorlardı hem günü hem dünü.
Aşka çalım atan metazori bir özlemden
arda kalan.
Görüp göreceğim neydi de tok gözlü
olmam gerekiyordu ve sözcüklerin vasıfsızlığında denk düştüğüm o ritim
bozukluğu ile hep mi hak ediyordum bunca iftirayı ve duyguların zehir zemberek
yankısında Tanrımı kolluyordum ve tanrı olmanın ötesinde nesnel varlığımda
sadece cennetten kovulduğum yetmezmiş gibi cehennem davetiyem bile onaydan
geçmemişti.
Düşe gebe gerçekler.
Gerçeklerin gerekçeleri kayıp iken.
İhbar etmem gereken hiçbir şeydi
madem beni yoktan var eden tasamı büyütüyordum şiirin kollarında ve şişip
duruyordu içimdeki balon az sonraki kör dövüşünde belki ulaşacaktım bitiş
çizgisine sonra da yeniden başlayacaktım elbet sonlanmadan gerçekleşmeyecekti
bu yeniden var oluş ç/ağrısı ve altına takoz koyduğum tüm yalanlar zaten baş
aşağı da etmişti ve tepegözde saklı bir ışık gibi iniltilerimi büyütüyordum ve
vebalı yüreğimle kaçışıyordu herkes.
Bir aşktım özlemine hasret.
Bir acıydım hangi pencereye denk
düştüğü bilinmeyen ve noktalama işaretlerinin dahi reddettiği.
Mazlum bir düştüm çivisi çıkmış
dünyanın aslında hiç var olmadığının da bilincinde.
Mağdur bir hikâye idim mağduriyet
ikliminde tebaası yalnızlık olan.
Sahi, neye denk düşmüştüm de kendimi
bildim bileli hala bir baltaya sap olamamıştım…
Düş kazanına daldırdığım kepçe ile
yakaladım sonunda kendimin son kırıntılarını ve insan olmanın kıvancı ile tam
da hayal kuracakken alarm çaldı. Verilen süre dolmuştu değil bitirmek başlamaya
bile gücüm yetmemişti ve son kez içimden geçenleri havale ettim Tanrıya belki
de havsalamın almadıkları idi var olmama engel olan ve olmayan vücudumla hiçbir
yere ait olmayan ruhumla vurdum kapıya gerçi açılmasına asla mahal vermeyecekti
kader ama…
Kederli bir sesin ç/ağrısına denk
düştüm ve içime dokundu bir el. Mucizelere hep inanmıştım gerçi ama asla da bir
mucizeye denk düşmemiştim ve sadece göz çukurlarım nasiplendi bu dokunuştan
derken vücudum belirmeye başladı ve taşların artık yerine oturduğunu gördüm
hele ki bana atılan taşlarla ördüğüm duvarlardan sağ çıkma ihtimalim bile
yokken…
Solumda atan yürek, sağ omzuma konan
o ışık ve giyindiğim hüzün ve ellerimde yıldızlar sancılı göğün göz kırptığına
dahi şahit iken ve içimdeki boşluk doldu mutlulukla bir an.
Gözlerimi açamıyordum ama varlığını
hissediyordum annemin ve gagama dokunup da o yumuşak ve ölü böcek.
Tüylerim ıslaktı ve vücudum nemli ve
içim sıcak ve kulaklarımdan gitmeyen sesleri kardeşlerimin gerçi beş yumurta
çıkmıştık yola ama ve derken kocaman bir el peyda oldu bana ve diğer
kardeşlerime uzanan ve annem her ne kadar bu devasa eli gagalayıp uzaklaşmasını
istese de…
Hayat yolculuğumuz ne kadar sürmüştü
sahi ve devasa binanın en üst katındaki pencerede başlayan yolculuğumuz sona
ermek üzereydi ve son duyduğum o çığlık:
‘’Anne, kuşlar yumurtadan çıkmış hem
de üçü birden. Yaşasın yeni oyuncaklarımı sonunda teslim etti melekler. Tüm
arkadaşlarıma göstereceğim yeni oyuncaklarımı bak şimdi alacağım elime.’’
Uzun uğraşlardan sonra yavrularına kavuştuğu an itibari ile onları sonsuzluğa
uğrayan anne kuş asla da terk etmedi o pencereyi ta ki sapanla can verene kadar
ve herkes onu alıcı kuş diye andı.
Mademki insanoğlu yavrularını çalmıştı.
Elbet dişi kuşa eşlik eden erkek kuş ve asla dönmediler diğer kuşların
yanına asla da yeltenmediler yeniden yavru sahibi olmak adına.
Doğa onlara yavrular armağan etmişti akabinde de çalınmıştı her biri ve
normalde alıcı olan evren ve insan iken insanlara ölümü çağrıştıran her lanetli
kuş alıcı kuşlar diye nam saldı ta ki Tanrı onların da canını alıp ölü
yavrularının yanına gönderene değin…