Dut Ağacının Altında


Dut Ağacının Altında

 Dut Ağacı Fidanı | En İyi Dut Çeşitleri Fidanistanbul'da

Sabah, rüzgar mahalleye serin bir sessizlikle gelir. Kuşlar, dut ağacının dallarında sabah duası gibi öter. Komşu kapıları aralanır, avlulara su serpilir. Dut ağacının gövdesine yaslanırım. Henüz kimse gelmemiştir. Dutlar sabahın çiğiyle parıldar. Eğilip bir tane alırım. Yumuşak, hafif sulu, ama derin bir tat. Sanki çocukluğumun diliydi o dut ağacı. Mahalle yavaş yavaş uyanır. Fırından ekmek kokusu yayılır. Bir teyze, başında yazmasıyla ağacın altından geçer, “Günaydın evladım,” der. O ses, o kelime… Sanki bir dua gibi içime siner. Öğleye doğru çocuklar gelir. Ayakkabılar çıkarılır, dutlar toplanır. Parmaklar morlaşır, gömlekler lekelenir. Ama kimse kızmaz. Çünkü dut lekesi, mahalle lekesidir. Temizlenmez, hatırlanır.

 

Bir çocuk ağlar, biri güler. Bir genç, ağacın gövdesine yaslanıp defterine bir şeyler yazar. Belki ilk aşkını, belki bir hayalini. Dut ağacı hepsini dinler. Dut ağacı, sır tutar. Akşam olur. Gölge uzar. Mahalle yavaşlar. Teyzeler kapı önünde oturur, dedikodu başlar. Ama kimse kırılmaz. Çünkü bu mahallede kelimeler candandır. Dut ağacının altında bir sandalye çekilir. Bir amca, eski bir hikâye anlatır. Biz dinleriz. Çünkü bu mahallede hikâyeler yaşanır, anlatılmaz. “Dutun tadı, mahallede kalır. Gidince unutulur sanırsın, ama bir gün bir rüzgârla geri gelir.” Ben hâlâ buradayım. Dut ağacının altında. Mahallede. Hatıraların gölgesindeyim.

 

Dutun tadı… Anlatılmaz. Dilimin ucuna değdiği anda, çocukluğumun bütün yazları dilime dolanır. Ne ekşi, ne tatlı. Ama bir şey var o tatta: sanki bir gülümseme, sanki bir özür, sanki bir ilk sevda gibi. Beyaz dutun yumuşaklığı, mor dutun lekesi… Her biri ayrı bir hatıraydı.

O ağacın altında, dutlar yere düşerdi. Biz çocuklar, sabah erkenden kalkar, ayakkabısız koşardık ağacın altına. Kim önce bulursa, onun olurdu. Ama kimse kıskanmazdı. Çünkü dut paylaşılırdı. Dut, mahalle gibi olurdu: herkesin, ama kimsenin değil.

 Mahalle… Ah, bizim mahalle. Taş sokakları, duvar diplerinde oturan teyzeleri, kapı önünde oynayan çocukları. Herkes birbirini tanırdı. Herkes birbirinin hikâyesini bilirdi. Dut ağacı, mahallenin ortasında bir göbek bağı gibiydi. Herkes oraya bağlanır, orada buluşur, orada susardı.

Yaz öğleden sonraları, dut ağacının gölgesi uzardı. Gölge uzadıkça, hatıralar da büyürdü. Bir çocuk ağlardı, bir teyze dua ederdi, bir genç ilk aşkını düşünürdü. Dut ağacı hepsini dinlerdi. Dut ağacı, mahalleyi tutardı. Bazı ağaçlar meyve verir ve sadece; mahalleyi bir arada tutar

Ben hâlâ o tadı ararım. Marketten alınmaz. Şehirde bulunmaz. O dut, o mahalle, o gölge… Hepsi bir arada, hepsi gönlümün içinde o zamanın içinde saklı.

 

Rüzgârın dili var bugün. Hafif hafif esiyor, ama her esintide bir hatıra taşıyor bana. Dut ağacının dalları, sanki bana eğilmiş, “Unutma,” diyor. Unutmadım. Unutamam.

O gün, güneş tam bu açıdan vuruyordu yüzüne. Gözlerinin içine bakarken, ışıkla karışıyordu duygularım. Kalbim, bir kuş gibi kanat çırpıyordu göğsümde. Ne çocukluktu ne yetişkinlik; o an, sadece bendim. Sadece bizdik. Bir şey dememiştik. Ama sessizlik, kelimelerden daha gürültülüydü. Elini uzatmıştı, parmakları titrek ama kararlı. Ben de uzattım. Parmaklarımız birbirine değdiğinde, dünya durdu. Dut yaprakları bile kıpırdamadı. Sanki tabiat, o anı bozmamak için susmuştu.

 

Şimdi, yıllar sonra, aynı yerdeyim. Aynı gölgede. Ama elim boş. Kalbim dolu. O günün sıcaklığı hâlâ avucumda. O bakış, o sessizlik, o ilk temas… Hepsi burada. Dut ağacının altında saklı.

Bazı anlar geçmez. Sadece büyür. İçimizde bir orman olur. Benim içimde o orman var. Her yaprağı bir hatıra, her dalı bir umut dolu. Ve dut ağacı, hâlâ burada duruyor. Hâlâ anlatıyor. Hâlâ susarak konuşuyor. Dut ağacının altında oturuyorum. Gölgesi serin, yaprakları eski bir şarkı gibi hışırdıyor rüzgârla. Toprağın kokusu, çocukluğumun avlularını getiriyor burnuma. Güneş, dalların arasından süzülüyor; sanki beni hatırlıyor, sanki bana gülümsüyor.

Elimi dizime koymuşum, sessizim. Ama içim konuşuyor. Rüzgârla, güneşle, dut ağacının gövdesiyle. Her şey bana bir şeyi hatırlatıyor. Birini. İlk aşkımı.

 

O da bu ağacın altındaydı. Gözleri, gökyüzü gibi açık, ama içinde bir sır saklıydı. Konuşmazdı çok, ama sustuğunda bile kalbime bir şeyler anlatırdı. Bir gün, tam bu ağacın altında, bana bakıp sadece “Burada kalalım,” demişti. O kadar sade, o kadar gerçekti ki… O cümle hâlâ içimde yankılanıyor. Zaten ben hep orada kalmıştım, kendisi gitmişti… Şimdi yalnızım. Ama o anlar yalnız değil. Dut ağacı biliyor. Rüzgâr biliyor. Güneş hâlâ aynı yerden süzülüyor. Ve ben, o eski cümleyi defalarca içimden geçiriyorum:

“Burada kaldım, sen kalmadın.”

Kalıyorum. Çünkü bazı aşklar yaşanmaz, sadece hatırlanır. Ve bazı ağaçlar, sadece gölge vermez; kalbinin en derin yerini örter. O gün, dut ağacının gölgesi daha bir derindi sanki. Rüzgâr daha nazik, güneş daha utangaçtı. Kalbim, göğsümde bir sır gibi çarpıyordu. Onu bekliyordum. Ama beklemek, sadece bir eylem değildi. Beklemek, bir dua gibiydi. Her saniye, içimde bir cümle kuruyordu: “Gelsin. Baksın. Anlasın.” Ve geldi. Adımları sessizdi. Ama içimde yankılandı. Dut yaprakları bile kıpırdamadı. Göz göze geldik. O an, kelimeler gereksizdi. Çünkü onun bakışı, bir ok gibi kalbime saplandı. Ne acıttı, ne yaraladı. Ama orada kaldı. Derin, sessiz, unutulmaz.

Ben sustum. O da sustu. Ama suskunluğumuz, bir roman gibiydi. Jane Austen’ın kahramanları gibi, biz de duygularımızı kelimelerle değil, duruşla anlattık. Elimi uzatmadım. O da uzatmadı. Ama kalplerimiz, dut ağacının gövdesine yaslanmış gibiydi. Aynı yerden bakıyorduk dünyaya. Aynı yerden susuyorduk. “Bazı bakışlar, bir ömür konuşur. Ve bazı suskunluklar, bir aşkın en gür sesi olur.” O gün, ilk aşkımı yaşadım. Ama ilk kez kalbimin bir başkasına ait olabileceğini anladım. Dut ağacının altında, rüzgârın diliyle, güneşin ışığıyla, onun bakışıyla…

Ve o bakış hâlâ içimde. Zaman geçti. Mahalle değişti. Dut ağacı büyüdü. Ama o an, o sessizlik, o ok gibi saplanan bakış… Hâlâ kalbimin en derin yerinde duruyor acısıyla, vesselam.

 

Mehmet Aluç


( Dut Ağacının Altında başlıklı yazı kul mehmet tarafından 16.10.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu