
Dut Ağacının Altında

Sabah, rüzgar mahalleye serin
bir sessizlikle gelir. Kuşlar, dut ağacının dallarında sabah duası gibi öter.
Komşu kapıları aralanır, avlulara su serpilir. Dut ağacının gövdesine
yaslanırım. Henüz kimse gelmemiştir. Dutlar sabahın çiğiyle parıldar. Eğilip
bir tane alırım. Yumuşak, hafif sulu, ama derin bir tat. Sanki çocukluğumun
diliydi o dut ağacı. Mahalle yavaş yavaş uyanır. Fırından ekmek kokusu yayılır.
Bir teyze, başında yazmasıyla ağacın altından geçer, “Günaydın evladım,” der. O
ses, o kelime… Sanki bir dua gibi içime siner. Öğleye doğru çocuklar gelir.
Ayakkabılar çıkarılır, dutlar toplanır. Parmaklar morlaşır, gömlekler
lekelenir. Ama kimse kızmaz. Çünkü dut lekesi, mahalle lekesidir. Temizlenmez,
hatırlanır.
Bir çocuk ağlar, biri güler. Bir genç, ağacın gövdesine yaslanıp defterine bir şeyler yazar. Belki ilk aşkını, belki bir hayalini. Dut ağacı hepsini dinler. Dut ağacı, sır tutar. Akşam olur. Gölge uzar. Mahalle yavaşlar. Teyzeler kapı önünde oturur, dedikodu başlar. Ama kimse kırılmaz. Çünkü bu mahallede kelimeler candandır. Dut ağacının altında bir sandalye çekilir. Bir amca, eski bir hikâye anlatır. Biz dinleriz. Çünkü bu mahallede hikâyeler yaşanır, anlatılmaz. “Dutun tadı, mahallede kalır. Gidince unutulur sanırsın, ama bir gün bir rüzgârla geri gelir.” Ben hâlâ buradayım. Dut ağacının altında. Mahallede. Hatıraların gölgesindeyim.
Dutun tadı… Anlatılmaz. Dilimin
ucuna değdiği anda, çocukluğumun bütün yazları dilime dolanır. Ne ekşi, ne
tatlı. Ama bir şey var o tatta: sanki bir gülümseme, sanki bir özür, sanki bir
ilk sevda gibi. Beyaz dutun yumuşaklığı, mor dutun lekesi… Her biri ayrı bir
hatıraydı.
O ağacın altında, dutlar
yere düşerdi. Biz çocuklar, sabah erkenden kalkar, ayakkabısız koşardık ağacın
altına. Kim önce bulursa, onun olurdu. Ama kimse kıskanmazdı. Çünkü dut
paylaşılırdı. Dut, mahalle gibi olurdu: herkesin, ama kimsenin değil.
Yaz öğleden sonraları,
dut ağacının gölgesi uzardı. Gölge uzadıkça, hatıralar da büyürdü. Bir çocuk
ağlardı, bir teyze dua ederdi, bir genç ilk aşkını düşünürdü. Dut ağacı hepsini
dinlerdi. Dut ağacı, mahalleyi tutardı. Bazı ağaçlar meyve verir ve sadece;
mahalleyi bir arada tutar
Ben hâlâ o tadı ararım.
Marketten alınmaz. Şehirde bulunmaz. O dut, o mahalle, o gölge… Hepsi bir
arada, hepsi gönlümün içinde o zamanın içinde saklı.
Rüzgârın dili var bugün.
Hafif hafif esiyor, ama her esintide bir hatıra taşıyor bana. Dut ağacının
dalları, sanki bana eğilmiş, “Unutma,” diyor. Unutmadım. Unutamam.
O gün, güneş tam bu
açıdan vuruyordu yüzüne. Gözlerinin içine bakarken, ışıkla karışıyordu
duygularım. Kalbim, bir kuş gibi kanat çırpıyordu göğsümde. Ne çocukluktu ne
yetişkinlik; o an, sadece bendim. Sadece bizdik. Bir şey dememiştik. Ama
sessizlik, kelimelerden daha gürültülüydü. Elini uzatmıştı, parmakları titrek
ama kararlı. Ben de uzattım. Parmaklarımız birbirine değdiğinde, dünya durdu.
Dut yaprakları bile kıpırdamadı. Sanki tabiat, o anı bozmamak için susmuştu.
Şimdi, yıllar sonra, aynı
yerdeyim. Aynı gölgede. Ama elim boş. Kalbim dolu. O günün sıcaklığı hâlâ
avucumda. O bakış, o sessizlik, o ilk temas… Hepsi burada. Dut ağacının altında
saklı.
Bazı anlar geçmez. Sadece
büyür. İçimizde bir orman olur. Benim içimde o orman var. Her yaprağı bir
hatıra, her dalı bir umut dolu. Ve dut ağacı, hâlâ burada duruyor. Hâlâ
anlatıyor. Hâlâ susarak konuşuyor. Dut ağacının altında oturuyorum. Gölgesi
serin, yaprakları eski bir şarkı gibi hışırdıyor rüzgârla. Toprağın kokusu,
çocukluğumun avlularını getiriyor burnuma. Güneş, dalların arasından süzülüyor;
sanki beni hatırlıyor, sanki bana gülümsüyor.
Elimi dizime koymuşum,
sessizim. Ama içim konuşuyor. Rüzgârla, güneşle, dut ağacının gövdesiyle. Her
şey bana bir şeyi hatırlatıyor. Birini. İlk aşkımı.
O da bu ağacın
altındaydı. Gözleri, gökyüzü gibi açık, ama içinde bir sır saklıydı. Konuşmazdı
çok, ama sustuğunda bile kalbime bir şeyler anlatırdı. Bir gün, tam bu ağacın
altında, bana bakıp sadece “Burada kalalım,” demişti. O kadar sade, o kadar
gerçekti ki… O cümle hâlâ içimde yankılanıyor. Zaten ben hep orada kalmıştım, kendisi
gitmişti… Şimdi yalnızım. Ama o anlar yalnız değil. Dut ağacı biliyor. Rüzgâr
biliyor. Güneş hâlâ aynı yerden süzülüyor. Ve ben, o eski cümleyi defalarca
içimden geçiriyorum:
“Burada kaldım, sen
kalmadın.”
Kalıyorum. Çünkü bazı
aşklar yaşanmaz, sadece hatırlanır. Ve bazı ağaçlar, sadece gölge vermez;
kalbinin en derin yerini örter. O gün, dut ağacının gölgesi daha bir derindi
sanki. Rüzgâr daha nazik, güneş daha utangaçtı. Kalbim, göğsümde bir sır gibi
çarpıyordu. Onu bekliyordum. Ama beklemek, sadece bir eylem değildi. Beklemek,
bir dua gibiydi. Her saniye, içimde bir cümle kuruyordu: “Gelsin. Baksın.
Anlasın.” Ve geldi. Adımları sessizdi. Ama içimde yankılandı. Dut yaprakları
bile kıpırdamadı. Göz göze geldik. O an, kelimeler gereksizdi. Çünkü onun
bakışı, bir ok gibi kalbime saplandı. Ne acıttı, ne yaraladı. Ama orada kaldı.
Derin, sessiz, unutulmaz.
Ben sustum. O da sustu.
Ama suskunluğumuz, bir roman gibiydi. Jane Austen’ın kahramanları gibi, biz de
duygularımızı kelimelerle değil, duruşla anlattık. Elimi uzatmadım. O da
uzatmadı. Ama kalplerimiz, dut ağacının gövdesine yaslanmış gibiydi. Aynı
yerden bakıyorduk dünyaya. Aynı yerden susuyorduk. “Bazı bakışlar, bir ömür
konuşur. Ve bazı suskunluklar, bir aşkın en gür sesi olur.” O gün, ilk aşkımı
yaşadım. Ama ilk kez kalbimin bir başkasına ait olabileceğini anladım. Dut
ağacının altında, rüzgârın diliyle, güneşin ışığıyla, onun bakışıyla…
Ve o bakış hâlâ içimde.
Zaman geçti. Mahalle değişti. Dut ağacı büyüdü. Ama o an, o sessizlik, o ok
gibi saplanan bakış… Hâlâ kalbimin en derin yerinde duruyor acısıyla, vesselam.
Mehmet Aluç