Deneme / Hayata Dair Denemeler
Eklenme Tarihi : 26.10.2025
Bu Bir Gerekçe Değil.
Bu metin, bir açıklama değil. Bir savunma da değil. Bu bir gerekçe değil. Çünkü bazı duyguların gerekçesi olmaz. Birini sevmek için mantıklı bir sebep aramazsın. Bir şehri özlemek için orada yaşamış olman gerekmez. Bir mevsimde hüzünlenmek için geçmişe dair bir anı taşıman şart değildir. Ve bazen, bir iç çöküşün ardından doğan sessizlik, en gürültülü dönüşü başlatır. Bu yazı, gerekçesizliğin içinden doğdu. Bir hissin, bir özlemin, bir doğuşun izini sürüyor. Mantığın değil, kalbin diliyle konuşuyor. Çünkü biz, yaşadıklarımızı açıklamak için değil, hissetmek için buradayız. “Bu bir gerekçe değil” demek, belki de en dürüst cümledir. Çünkü bazı şeyler sadece olur. Ve biz, o olanların içinde kendimizi buluruz. Sadece içimde kıpırdayan o tanımsız hissin bir yankısı var. Sabahları uyanmak için seçtiğim sebep değil, uyanmamak için bulduğum bahane belki de. Çünkü bazı sabahlar, güneşin doğuşu bile ikna edici gelmiyor. Işık, karanlıktan daha az şey anlatıyor bazen. Ve ben, anlatılmayanı dinlemeye daha meyilliyim. İnsanlar nedenleri sever. Her şeyin bir açıklaması olmalı onlara göre. Ama ben açıklamaların gölgesinde değil, soruların içinde yaşamayı seçtim. “Neden?” sorusu, cevabından daha gerçek geliyor bana. Çünkü cevaplar çoğu zaman bir kapanış, bir son. Oysa sorular açık uçlu, sonsuz ve biraz da mistik.
Bu bir gerekçe değil. Sadece bir yönelim. Belki bir içsel çağrı. Belki de bir yanılsama. Ama ne fark eder? Gerçek dediğimiz şey, yeterince inanıldığında zaten yanılsamaya dönüşmez mi? İronik olan şu ki, en çok inandıklarımız bizi en çok yanıltanlar oluyor. Ve biz, bu yanılgının içinde kendimize bir kimlik kuruyoruz. Bazen bir rüya görüyorum. İçinde ne zaman ne de mekân var. Sadece hisler. Tanıdık ama tanımlanamaz. O rüyada yürürken, gerekçelere ihtiyaç duymuyorum. Sadece var olmak yetiyor. Belki de hayatın özü bu: gerekçesiz bir varoluşun içinde anlam aramak. Bu bir gerekçe değil. Ama belki bir başlangıç. Ya da bir sonun habercisi. Belki sadece bir cümle. Ama bazen bir cümle, bir ömür kadar ağır gelir insana. Ne garip kelime. Söylerken bile insanın içi burkuluyor. Sanki bir boşluk, ama adı var. Sanki bir yara, ama kanamıyor. Sadece sızlıyor. Sessizce. Bazen bir sesle başlar. Tanıdık bir şarkı çalar bir yerde ve sen birdenbire orada olmak istersin. Orada, o an, o kişiyle. Ama değilsin. Ve olmayacaksın. İşte özlem bu: Olmayacağını bile bile istemek.
Şaşırtıcı olan şu ki, özlediğimiz şey çoğu zaman geçmişte kalmış bir hayal olabiliyor. Gerçek bile değil belki. Ama biz onu öyle büyütmüşüz ki içimizde, şimdiye sığmıyor. Geleceğe de taşınamıyor. Sadece içimizde yankılanıyor. Bir dua gibi. Bir ağıt gibi. Bir sır gibi. Mistik tarafı da burada başlıyor zaten. Çünkü özlem, sadece bir duygu değil. Bir tür zaman yolculuğu. Bir ruhsal titreşim. Bir varlığın başka bir varlığa uzanma çabası. Bazen bir annenin kucağına, bazen bir çocukluk sokağına, bazen hiç yaşanmamış bir aşkta. Ve biz, bu özlemi taşırken, aslında kendimizi taşıyoruz. Eksik yanlarımızı. Yarım kalmış cümlelerimizi. Söylenmemiş “seni seviyorum”ları. Gidip de dönemeyenleri. Kalıp da gidemeyenleri. Özlem, bir gerekçe değil. Ama bazen bir sebep. Yaşamak için, yazmak için, susmak için. Ve bazen sadece hatırlamak için yaşamıyor muyuz? Buna bir gerekçe gerek diyemiyorum. Sadece o şehri özlüyorum. Adını duyduğumda içimde kıpırdayan bir şey var. Bir sokak lambasının altında bekleyen eski ben. Bir çay bahçesinde unutulmuş kahkahalar. Bir yağmurda ıslanmış suskunluk. O şehir, haritada bir nokta değil. Bir zamanın, bir hissin, bir eksikliğin adı. Orada yaşamadım belki, ama orada kaldım. Bir bakışta, bir cümlede, bir vedada. Ve şimdi, her şeyin ortasında, kendimi o şehre doğru yürürken buluyorum. Adımlarım gitmiyor, ama ruhum çoktan varmış gibi. Gerçek olan şu ki, özlediğim şehir belki hiç var olmadı. Belki ben onu hayalimde kurdum. Gerçek sokakları değil, içimdeki sokakları gezdim. Ama ne fark eder? Gerçek dediğimiz şey, yeterince özlenince zaten hayale dönüşmez mi?
Şaşırtıcı bir tarafı da
var bu özlemin. Çünkü bazı şehirler, insanın kaderine yazılır. Orada biriyle
karşılaşmazsın belki, ama orada kendinle karşılaşırsın. Bir duvarın çatlağında,
bir camın buğusunda, bir martının çığlığında kendini bulursun. Ve işte o an
anlarsın: Bunun için bir gerekçe gerekmez. Bu bir çağrıdır. Bir yerin seni
çağırması. Bir şehrin seni hatırlaması... Sen unutsan da, o seni unutmaz. Paris’e
gitmemek için nedenler üretmek, sevmeye engel değil. Çünkü bazı şehirler
gidilmez, yaşanır. Bir fotoğrafta, bir film sahnesinde, bir kitap cümlesinde.
Paris, belki de en çok gidilmeyerek sevilir. Ulaşılmazlığında bir tutku vardır.
Gitmemek, bazen daha çok bağlar insanı. Çünkü hayal, gerçeğin sınırlarını aşar.
Pasaportumda damga yok ama kalbimde iz var. Bir sokak çalgıcısının melodisi,
bir yağmur sonrası Seine kıyısındaki sessizlik, bir Cafe de unutulmuş kahve
kokusu… Hepsi orada, ama hepsi bende. Ve ben, gitmemeyi seçerek, belki de en
derin haliyle seviyorum Paris’i. Şaşırtıcı değil mi? Bir şehri hiç görmeden
özlemek. Bir sokakta yürümemişken orada kaybolduğunu hissetmek. Ama aşk da
böyle değil mi zaten? Her zaman mantıklı değil. Her zaman mümkün değil. Ama hep
gerçek. Gönülde bir bağ bu. Sanki başka bir yaşamda oradaydım. Sanki bir rüzgâr,
beni oraya çağırıyor. Ama ayaklarım değil, ruhum gidiyor. Ve belki de bu yüzden
daha çok seviyorum. Çünkü gitmemek, bazen daha çok kalmaktır.
Sadece içimdeki
sessizliğin yankısı. Bir gün, hiçbir şey olmamış gibi uyanırsın ama her şey
değişmiştir. Kahvaltı masasında eksik olan sadece bir tabak değildir. Bir parça
sen, orada değildir artık. Ve kimse fark etmez. İç çöküş, gürültüsüz olur.
Depremler gibi değil. Daha çok bir sızı gibi. Yavaşça yayılır, sessizce çöker.
Dışarıdan bakıldığında hâlâ ayaktasındır. Ama içindeki kolonlar çoktan
kırılmıştır. Şaşırtıcı olan şu ki, en çok güldüğün günlerde başlar. En çok
“iyiyim” dediğin anlarda. Çünkü insan en çok kendini kandırırken kırılır. Ve
biz, bu kırıkları süslemeyi severiz. Renkli kıyafetlerle, neşeli cümlelerle,
“Her şey yolunda”larla. Mistik tarafı ise, bu çöküşün bir dönüşüm olması. Bir
yıkım değil, bir yeniden doğuş belki. Çünkü bazı şeyler yıkılmadan yeniden
kurulmaz. Bazı duygular, en dipte filizlenir. Ve bazı insanlar, ancak
içlerinden geçerek kendilerine ulaşır.
İç çöküş, bir son değil.
Ama bir durak. Bir içe bakış. Bir yüzleşme. Ve belki de en gerçek halinle
tanışma anı. Sadece doğuşun sessiz yankısı içten gelir. Çünkü yeniden başlamak,
çoğu zaman bir çöküşün ardından gelir. Ve biz, o çöküşü yaşarken fark etmeyiz
bile doğmakta olduğumuzu. Zamanın bir yerinde, içimizde bir şey çatlar. Ve o
çatlağın içinden ışık sızar. Doğuş, bir çığlıkla değil, bir fısıltıyla olur.
Bir sabah uyanırsın, her şey aynı gibi görünür. Ama sen artık aynı değilsindir.
Bir düşünce değişmiştir. Bir bakış açısı yer değiştirmiştir. Ve sen, fark
etmeden yeniden doğmuşsundur. Şaşırtıcı değil mi? En çok öldüğün anda başlar
hayat. En karanlık gecede doğar en parlak sabah. Ve biz, bu dönüşümü “tesadüf”
sanırız. Oysa belki de en kadim planın bir parçasıdır. Bir ruhun kendi özüne
dönüşüdür.
Gerçek olan tarafı da
burada başlar. Çünkü doğuş, sadece bedensel bir olay değildir. Bir fikir doğar.
Bir inanç. Bir sevgi. Ve bazen bir insan, kendi içinden yeniden doğar.
Küllerinden değil, sessizliğinden. Yokluğundan değil, özünden. Doğmak, yeniden
seçmektir. Kimi seveceğini, neye inanacağını, nasıl yaşayacağını. Ve bazen bu
seçim, bir gerekçeye dayanmaz. Sadece olur. Çünkü olması gerekiyordur bunlar
hayatı yaşamak için engel değil, gerekçe de hiç gerekli değil. Mevsimlerin
değişmesi, havanın soğuması, yaprakların dökülmesi… Bunlar sevmeye engel değil.
Çünkü aşk, takvimle değil, titreşimle başlar. Bir bakışta, bir sessizlikte, bir
tesadüfte. Ve bazen en çok hüzünlü mevsimlerde filizlenir. Sonbahar geldiğinde
insanlar içine kapanır derler. Ama ben seni ilk kez bir sonbaharda sevdim.
Yağmurun altında yürürken, ıslak saçlarının arasından gülümseyen gözlerine
bakarken. O an anladım: Hüzün, aşkın en verimli toprağıdır. Çünkü eksilen her
şey, yerini bir duygunun derinliğine bırakır.
Kış geldiğinde insanlar
üşür. Ama ben senin sesinle ısındım. Bir soba gibi değil, bir dua gibi. İçimi
ısıtan, beni kendime döndüren bir sıcaklık. Ve kar yağarken, her şey beyaza
bürünürken, ben seni daha net gördüm. Çünkü bazen örtülen değil, ortaya çıkan
olur. İlkbahar umut getirir derler. Ama ben seni zaten umutken sevdim. Çiçek
açmadan önceki tomurcuk gibi. Henüz dile gelmemiş bir şiir gibi. Ve seninle
birlikte içimde bir bahar başladı. Takvimden bağımsız, zamandan özgür. Yaz
geldiğinde herkes dışarı taşar. Ama ben seninle içime döndüm. Kalabalıklar
arasında yalnızken, senin varlığınla tamamlandım. Güneşin altında değil,
gölgesinde sevdim seni. Çünkü gerçek aşk, gösterişli değil, derin olur. Bu
mevsimlerdeki hüzünler sevmeye engel değil gerekçe de değil. Aksine, her mevsim
bir duygunun kapısını aralar. Ve biz, o kapıdan birlikte geçtik. Belki fark
etmeden, belki bilerek. Ama kesinlikle hissederek. Ve belki de tüm bu
yaşananlar, hissettiklerimiz, özlediklerimiz, sevdiklerimiz… Hiçbiri bir
gerekçeye dayanmaz. Çünkü gerekçe, mantığın dilidir. Oysa biz bu metni kalbin
diliyle yazdık. Gerekçe, bir açıklamadır. Ama bazı duygular açıklanmaz, sadece
yaşanır. İşte bu yüzden, bu bir gerekçe lazım diyemeyiz. Bu bir hissin, bir
özlemin, bir doğuşun yankısıdır. Ve belki de tüm bu mevsimler, özlemler, iç
çöküşler ve doğuşlar… Hiçbiri bir gerekçeye dayanmaz. Çünkü gerekçe, mantığın
dilidir. Oysa biz bu metni kalbin diliyle yazdık. Gerekçe, bir açıklamadır. Ama
bazı duygular açıklanmaz, sadece yaşanır. Bazı şehirler gidilmeden sevilir,
bazı insanlar dokunulmadan hissedilir, bazı aşklar başlamadan tamamlanır. Ve
biz, bu tamamlanmamışlıkta kendimizi buluruz. Bu bir gerekçe değil denilemez
bence. Bu bir hissin, bir özlemin, bir doğuşun yankısıdır. Ve belki de en çok,
gerekçesiz olan şeylerdir bizi insan yapan sevmeler, aşklar, varışlar... Vesselam.
Mehmet Aluç