
Gecenin En Sessiz Saatlerinde
Gecenin en sessiz saatlerinde, rüzgârın pencere pervazında
dans ettiği bir odada, bir çift göz tavana kilitlenmişti. Kalp, göğüs kafesinin
içinde usulca çarpıyor, her atışında geçmişin yankılarını taşıyordu. Dışarıda
yağmur, sanki içindeki karmaşayı anlatmak ister gibi, cama usul usul vuruyordu.
Bir zamanlar her şey daha kolaydı. Gülmek için sebep aramaya gerek yoktu, çünkü
kahkahalar kendiliğinden gelirdi. Şimdi ise gülümsemek bile bir çaba, bir karar
meselesiydi. Ama yine de içinde bir yerlerde, hâlâ o eski neşenin izleri vardı.
Belki bir şarkının nakaratında, belki de sabah kahvesinin ilk yudumunda.
Bir gün, sabahın erken saatlerinde, kimsenin bilmediği bir
kararla yola çıktı. Ne bir harita vardı elinde, ne de bir plan. Sadece içindeki
o tanıdık kıpırtı, “git” diyordu. Gitti. Şehrin dışına, kalabalıktan uzağa,
kendiyle baş başa kalabileceği bir yere. Yol boyunca, geçmişin hayalleriyle
konuştu. Kimi zaman güldü, kimi zaman gözleri doldu. Ama her adımda biraz daha
hafifledi. Bir ağacın gölgesinde otururken, cebinden eski bir defter çıkardı.
Sayfaları sararmış, köşeleri kıvrılmıştı. Her satırda bir anı, her kelimede bir
parça kalp vardı. Yazmaya başladı. Kendiyle konuşur gibi, ama bu kez kelimeler
dışarı taşıyordu. “Ben buradayım,” dedi. “Kırık, ama hâlâ buradayım.”
Güneş doğduğunda, yüzüne vuran ilk ışıkla gözlerini kapadı.
İçinde bir huzur vardı. Belki her şey düzelmeyecekti. Belki bazı yaralar hep
sızlayacaktı. Ama artık biliyordu: Yaşamak, sadece mutlu olmakta değil
hissetmekte, vardı. Acıyı da, sevinci de, deliliği de biraz tuzu ve biberiydi
hayatın. Ve bazen, en büyük cesaret, sabah uyanıp yeni bir güne başlamakla
başlardı değil mi? Vesselam.
Mehmet Aluç