Hacı Abdullah


Sabahın bu ilk vaktinde,
minarelerde yankılanan davetle karşılaştı. 
Taş döşeli dar sokaklardan ilerleyerek ,
caminin denize bakan tarafında, 
yirmi köşeli mermer şadırvanın başına kuruldu. 

Bileklerine inen mintanın kollarını katladı... 
“Besmele” çekerek başladı çeşmeyle konuşmaya. 
Avuçlarında biriken suları şifa niyetine, 
gezdirdi uzuvlarında. 
Yaprağı saklayan çiy damlasına düşen ,
yağmur gibiydi her zerrecik. 
Ölgün bir ruhun yorgun bedenden vedasını andırıyordu ,
başından ve kollarından yükselen buğu. 
Neden sonra, mendili geldi aklına. 

Mendil ki, daha çok gözlerini emanet ettiği ,
bembeyaz umut reçetesi... 
Kurulamak istedi ama kıyamadı sırdaşına. 
Usulca katlayıp cebine koydu tekrar. 
Her kurna başında ,
zamana şahitlik eden sakallı vardı. 
Ama hiçbiri diğerine benzemiyordu! 
Benzeyen tek şey vardı; 
tebessümleri... 
O tebessümlerden güç alarak ayağa kalktı, 
onunla birlikte şehrin ayağa fırladığı hissine kapıldı. 

Aslında vuku bulan, 
bir şahlanıştan ziyade, 
bir beklentiydi. 
Üstelik bile bile kapılmıştı bu hisse. 
Hissesini alarak, 
revakla dolanan son cemaat bölümünden ilerleyerek 
ünlü mimarın asırlara meydana okuyan eserinden
içeriye adım attı. 

Dışarıdaki kalabalık tenhalaşmış, 
tanıdık üç beş mahalleliden başka, 
bir iki de komşuya gelen misafir ile 
mekan yabancısı ürkek bakışlı yolcular... 
Beş vaktin ilkini, 
uzun surelerle kıldırmıştı imam. 

Secdenin göğsüne koydu kalbini.
Ufkunda Kabe silueti, 
elinde gönül kâsesi ile ,
bu sebepler çölünde, 
bu gölgeler serabında, 
Rabbinden ebediyet suyu umuyordu.

Zaman kalbini adımlıyor,
varoluşun nabzını dolduruyor secdeler.
Varlığın ve yokluğun, 
visalin ve firakın, 
tereddüdün ve tevekkülün, 
isyanın ve teslimin, 
tasanın ve huzurun tepeleri arasında,
yeniden inşa ediyordu kendini.
Yeniden var ediliyordu ruhu,
var edildiğini yeniden hatırlıyordu.

Yokluktan ancak ,
Rabbinin hatırıyla çıkarıldığını anlıyor. 
O’nu hatırlıyor.
Hiçliğin yakıcı şüphesinden sıyrılıp, 
O’na firar ediyor. 
O’nu ve kendisini aynı yönde buluyordu.

Tesbihatın ardından, 
yenik takım oyuncusu gibi, 
hakemin maçı uzatmasını geçirdi içinden. 
Upuzun bir duaya havalandı kolları. 
Avuçlarına şehri ve şehrin uyuyan sakinlerini aldı. 
Gücü tükendikçe dizlerine dayadı dirseklerini, 
yine de pes etmedi! 

Bu ulvi atmosferden uyanacaktı. 
En az yüz yıllık mesafe kat edecekti. 
Şehrin büyüsünden kopmaya niyeti yoktu! 
İhtiyarların tebessümünden de... 
Kendine yabancılaşan mekanlarda 
ömür sürdürmenin zorluğuna dikkat çekmek için, 
“Dönsem mi?” dedi. 

“Ya geri dönemezsem?” diyerek 
ümitsizliğe kapıldı. 
Yollar ikiye ayrılmış, 
kendisi de ikileme düşmüştü. 
Başını göğe değdirmek istedi .
Görkemli bir avizeye ev sahipliği yapan kubbeyle karşılaştı. 
Kaideler üzerinde yükselen sütunlara sırtını veren şaheser, 
gözlerini kamaştırdı...

Külliye içinde yer alan 
ve on altı odadan oluşan medrese ile 
kudretli sultanın oğullarına 
ve paşalara ait türbeler, 
kubbeli bir sundurmadan ve bir dershaneden müteşekkil 
Sıbyan Mektebine şahitlik ediyordu.

Göçebeydi ruhlar, 
geceye kondular.
Eski zamandan bir evvelki zamandı... 
Kimin yazdığından ziyade, 
mekanın yazıldığı bir anın içindeydi 
Şaha kalkan atların tozunda yol alan 
yolculara eşlik eden 
güvercinlerin kanatlılarıydı
havalanan. 

Ne küheylanlar yoruluyordu, 
ne de kuşlar. 
Kah kırbacın sesini duyuyordu, 
kah nal sesini.
Manevi bir alemin içindeydi.

Yeryüzünde hiç olmadığı, 
yolunun gözlenmediği, 
yüzünün özlenmediği,
eksikliğinin dert edilmediği binlerce yıllık o boşlukta, 
yokluğunu ciddiye almadan yaşayanlar olduğu gibi, 
şimdi varlığını da ciddiye almadan yaşayanlarda vardı 

Başkalarının gözünde 
bir “şey” bile olamayacak kadar kıymetsizken, 
Kendini  hiçten var kılmaya değer gören, 
yokluğuna razı olmayan, 
eksikliğini eksiklik gören, 
“sensiz olmaz!” diyen belirliyordu kim olduğunu. 
Herkese rağmen. 
Her şeye rağmen.

Onurunu kimin gözünde arayacağını düşündü
Namaz, zaman parçalarını 
anlamlı bir bütün yapmak içindi. 
Salât, vaktin dal uçlarından 
umut meyveleri devşirmek içindi.

Mihraba yazılı o meşhur ayetin 
anlamıyla bir yürüyüş yapmak istedi. 
Ayetin hepsi bu cümle değil, 
öncesinde geçen her cümle 
ayrı bir anlama çağırıyordu onu
hayli derin bir anlama işaret ediyordu ayet.

Ayet ki ,
birbirinden kopuk görünen manaları 
anlamlı bir sıraya sokar. 
Ayet ki birbirini tanımayan satırları 
birbirini tanıyan ve birbirini tanıtan simalara dönüştürür. 

Kalmanın bencillik olduğunu biliyordu. 
O yüzden 
Gitmeliydi artık.
Kalktı yürürdü şehrin siluetine doğru
Adım adım.

redfer

( Hacı Abdullah başlıklı yazı redfer tarafından 11/23/2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu