Bu yazıya
başlarken hava durumundan, iklim değişikliklerinden ve sabahtan
bahsetmeyeceğim. Güneşin doğumundan, sabah ayazından ve camların
buğulanmasından da bahsetmeyeceğim. Öylece yazmaya başlayacağım, başladım da. Hiçbir
doğa olayını tasvir etmeden yazmaya başlamak benim için elbette oldukça zor
olacak. Ama bu zorluğun da üstesinden geleceğim. Çünkü yazılarımda tekrara
düşmek istemeyeceğim, yani istemiyorum. Bir çalakalem çalışması olacak bu yazı.
Yani planlamadan, tasarlamadan o an aklıma gelen ne varsa onu yazacağım.
Elbette sonsuz bir özgürlük içerisinde olmayacak bu yazma eylemi. Yine de
zihnimin mahrem filtrelerini açık bırakacağım. Çünkü sonsuz bir özgürlükle
çalakalem yazmak insanın en mahrem düşüncelerini paylaşmasına neden olur. Bu
ise kimin için olursa olsun tehlikelidir. Çünkü her insanın mahrem düşünceleri
vardır. Hatta her insanın gizlemesi gereken düşünceleri vardır. Hayatta gördüğümüz
ya da yazılarını okuduğumuz hiç kimse tam bir kesinlikle şeffaf değildir ve bu
şekilde bir şeffaflığa sahip olması mümkün değildir. Muhakkak zihninin bir
köşesinde kimseyle paylaşmadığı, paylaşamadığı gizli sırları vardır ve olmalıdır.
İnsanın en yakınının bile bu tür biz gizli kısmı vardır. Anne, baba, kardeş,
eş, sevgili hiç fark etmez. Bir insanı tam olarak tanımak mümkün değildir.
İnsanın kendisini de tam olarak tanıtması mümkün değildir.
Aslında insanın
kendisini olduğu gibi anlatması ile kendisini olduğundan farklı göstermesi
arasında da çok ince bir çizgi var. Bu çizgi çoğu zaman fark edilmeyecek kadar
ince, ama çiğnendiğinde geri dönüşü olmayacak kadar keskin. Belki de bu yüzden
insanlar yazarken ya kendilerini olduğundan fazla açığa vuruyor ya da
kendilerini fazlasıyla saklıyor. İki uç da tehlikeli. Çünkü fazla açmak
kırılganlaştırır, fazla saklamak ise içten içe çürütür. İnsan bazen ne kadarını
anlatması gerektiğini bilemez, bazen de ne kadarını saklaması gerektiğini. Bu
kararsızlık hali de çoğu zaman hayatın tamamına yayılır. Kendimizi olduğumuz
gibi göstermeye çalıştığımızda bile aslında bunun ne kadar mümkün olduğundan
emin değilim. Çünkü insanın kendisini anlaması bile başlı başına çetrefilli bir
mesele. İnsan kendisini tanıyorum zanneder ama yalnız kalınca şaşırdığı duygular,
tepki veremediği olaylar, beklemediği hayal kırıklıkları ve kabullenmek
istemediği arzular çıkar ortaya. Böyle zamanlarda insan “Ben kimim?” diye
sormaz, “Ben nasıl biriyim?” diye sorar. Çünkü “kimlik” dediğimiz şey değişken
değilmiş gibi görünse de esasında sürekli dalgalanan bir yüzeydir. Bazen
pürüzsüzdür, bazen yamalı, bazen de insan kendine bile bakamayacak kadar
bulanık. Bu yüzden belki de insanların birbirini gerçekten anlayamaması
şaşırtıcı değildir. Bir insan kendi içini bile tam olarak çözemiyorken, bir
başkasının derinliklerini çözmeye çalışmak aslında naif bir çabadır. Yine de
insanlar bu çabadan vazgeçmez. Çünkü anlaşılmak ister. Anlaşılmanın verdiği
güveni ve huzuru arar. Oysa ki tam anlamıyla anlaşılmak mümkün değildir. Sadece
en aza indirgenmiş bir yanılgı halinde anlaşılırız: Karşımızdaki insan, bizden
duyduklarından ve gördüklerinden ibaret bir taslak çizer zihninde ve bize “sen”
der. Biz de çoğu zaman buna ses çıkarmayız çünkü en azından birinin bizi
anlamaya çalıştığını düşünürüz. Belki de asıl mesele şudur: İnsan kendisini
olduğu gibi göstermesi gerektiğini bilirken, tam olarak kim olduğunu bilmez.
Zihnin içindeki o sayısız ses, farklı zamanlarda farklı gerçekliklere bürünür.
Bugün söylediğine yarın tersini düşünen nice insan tanımıyor muyuz? Hatta çoğu
zaman bunu kendi içimizde yaşamıyor muyuz? İnsan, kendisiyle bile tutarsızdır e
işin tuhaf yanı, bütün bu karmaşayı en çok sessizlik ortaya çıkarır. Gürültünün
ortasında herkes güçlü görünür; iç ses boğulur, gerçekler ertelenir. Ama insan
yalnız kaldığında, kendi sesinden saklanamaz. İşte o zaman apaçık kalakalır
kendiyle: İçinden geçen her şey, bastırdıkları, reddettikleri,
kabullenemedikleri bir bir dizilir önüne. Bu yüzden çoğu insan sessizlikten
kaçar. Konuşmalar, meşguliyetler, telefonlar, ekranlar. Hepsi sessizliğin
üzerini örtmek içindir. Yazarak kaçmak da böyledir aslında. Yazmak bazen bir
arınma, bazen bir savunma, bazen de bir sığınmadır. Şimdi yaptığım gibi: Sanki
hiçbir şeyden bahsetmiyormuş gibi yazarken aslında bazı şeyleri saklıyor, bazı
şeyleri fısıldıyor, bazı şeyleri görmezden geliyorum. Yazdıklarım görünür,
yazmadıklarım daha da görünmez butonlar gibi derinde durur.
En ironik olanı da
şudur kuşkusuz: Ne kadar dikkatle gizlersek gizleyelim, bazen en çok saklamak
istediklerimiz en açık cümlelerde kendini ele verir. İnsan kalemiyle bazen
kendisini ihbar eder, hem de fark etmeden. İşte böylece, kalemin ucunda dans
eden bu düşünceler, bir nehrin gizli derinliklerindeki akıntılar gibi, görünmez
ama güçlü, sürüklenip giderler. İnsan, yazarken kendi labirentinde kaybolur
gibidir; her cümle bir duvar, her paragraf bir dönemeçtir. Bazen o labirentin
karanlık dehlizlerinde, korkularının gölgeleriyle yüzleşir; bazen de umudun
soluk bir ışığına doğru ilerler. Kelimeler, adeta bir aynanın buğusunu silmeye
yarayan bir bez gibidir; her silinişte biraz daha netleşir çizgiler, biraz daha
belirginleşir ifadeler. Lakin o ayna, hiçbir zaman tam manasıyla berraklaşmaz,
zira insan ruhunun derinlikleri, dipsiz bir kuyu misali, aydınlığa hasrettir.
Yazma eylemi, bir
hesaplaşma sahnesidir aslında. Sessizliğin ortasında, kendi sesinin yankısıyla
çoğalan bir diyalog. Yazar hem soruyu sorandır hem de cevabı arayan. Kâğıdın
beyaz boşluğu, bir anlamda ruhun boşluklarına açılan bir kapı; her harf, her
virgül, o boşluğu doldurmaya çalışan bir çığlık veya bir fısıltıdır. İnsan,
yazarken kendisine bile itiraf edemediği hakikatleri, mürekkebin sihriyle
dışarı vurur. Bu, bir nehrin taşması gibi değil de, damla damla sızan bir
kaynak gibidir; yavaş, ama ısrarlı ve her damla, içeride birikenin sadece küçük
bir parçasıdır. Belki de yazmak, insanın kendi iç ikliminde yol aldığı bir
yolculuktur. Kimi zaman sisler içinde, kimi zaman güneşin aydınlattığı
patikalarda. Bu yolculukta, geçmişin gölgeleriyle, şimdinin karmaşasıyla ve
geleceğin belirsizliğiyle karşılaşır insan ve her karşılaşma, onu dönüştürür,
yoğurur, yeniden şekillendirir. Yazı, bu dönüşümün tanığıdır; bir günlük değil,
bir aynadır aslında. O aynada gördüklerimiz bazen bizi korkutur, bazen
yüzümüzde bir tebessüm bırakır. Ama her halükârda, o ayna bize kendimizden bir
parça gösterir.
Nihayetinde, tüm
bu karmaşanın, bu hesaplaşmaların, bu keşiflerin ortasında, yazma eylemi yazar
için bir tür terapiye dönüşür. Tıpkı bir şifacının yaraları temizlemesi gibi,
yazar da kelimelerle içindeki çelişkileri, korkuları, arzuları temizler. Her
cümle, bir nefes alıştır; her paragraf, bir rahatlama. Yazmak, yükleri
hafifletmenin, karmaşayı düzene sokmanın, hatta bazen kaosla barışmanın bir
yoludur. Yazar, yazarken kendini onarır, yeniler ve bazen de kabul eder. Bu,
sessiz bir çığlığın, anlamlı bir sese dönüşmesidir. Belki de, işte bu yüzden,
yazmaktan asla vazgeçemeyiz.