İnsanın İnsana Dokunması


İnsanın İnsana Dokunması

 

Bir akşamüstü, rüzgârın taşıdığı serinlikte iki insan karşılaştı. Biri, içindeki sessizliği yıllardır saklayan bir yolcuydu; diğeri, kalbinin derinliklerinde ışık arayan bir dinleyici. Konuşmadılar önce. Sadece bakışlar, birbirine dokunan iki kıvılcım gibi, karanlıkta gizli bir kapıyı araladı. Adımlarını aynı taşlara basarak sürdürdüler. Birinin nefesi diğerinin omzuna değdiğinde, zamanın bütün ağırlığı hafifledi. O an, hiçbir söz gerekmedi. Çünkü insanın insana en büyük armağanı, varlığını saklamadan sunabilmesiydi. Ve böylece, iki yürek, birbirine yük değil, birbirine yol oldu.

Birlikte yürümeye başladılar. Yol, taşlarla örülüydü; kimi yerde çamurun içine gömülüyor, kimi yerde güneşin altında parlıyordu. Her adımda, birbirlerinin varlığını daha çok hissediyorlardı. Birinin sessizliği, diğerinin sabrına yaslanıyor; birinin yorgunluğu, diğerinin gülümsemesiyle hafifliyordu. Günler geçti. Birlikte ekmek aldılar, birlikte su taşıdılar, birlikte gökyüzünü izlediler. Küçük ayrıntılar, büyük bağlara dönüştü. Bir sabah, kuşların kanat sesleri arasında, biri diğerine şöyle dedi: “Seninle yürümek, kendi içimde sakladığım bütün kapıları açıyor.”

O söz, havada uzun süre asılı kaldı. Çünkü aşk, büyük laflardan çok, insanca dokunuşlarda büyüyordu. Birlikte sofraya oturduklarında, ekmeğin kırıntıları bile paylaşılan bir sırra dönüşüyordu. Birlikte uyandıklarında, sabahın serinliği bile bir armağan oluyordu. Yolculukları bazen kolay değildi. Yağmur altında ıslandılar, rüzgârda üşüdüler, bazen de birbirlerini yanlış anladılar. Ama her seferinde, kalplerinin derinliklerinde bir ses onları yeniden buluşturdu: “İnsanın insana en büyük hediyesi, affedebilmesidir.” Ve böylece, aşkları bir masal değil, bir gerçeklik oldu. Birbirlerine yük değil, birbirlerine nefes oldular. Birbirlerine sahip çıkmadılar; birbirlerini özgür bıraktılar. Çünkü biliyorlardı: aşk, zincir değil, yoldu. Bir gün, uzak bir dağın yamacına vardılar. Güneş batarken, gökyüzü kızıl bir örtüye büründü. İkisi de sustu. Sadece yan yana oturdular, elleri birbirine değdi. O an, bütün yolculuğun anlamı tek bir cümlede gizlendi. “Seninle olmak, dünyayı insanca kılmak demektir.”

 

Sabahları, dar sokaklardan geçen ekmek kokusu onları uyandırıyordu. Birlikte pencereden dışarı bakıyor, karşı apartmandaki yaşlı kadının çiçeklerini sulayışını izliyorlardı. Şehir, gürültüsüyle değil, küçük ayrıntılarıyla onların kalbine dokunuyordu. Pazara gittiklerinde, ellerinde filelerle dolaşan insanlara karışıyorlardı. Birinin gözleri domateslerin kırmızısına takılırken, diğerinin parmakları taze nane demetini yokluyordu. Satıcıların sesleri, çocukların kahkahaları, pazara sinmiş baharat kokusu… Hepsi, aşklarının fon müziği oluyordu.

Öğle vakti, küçük bir kahvede oturuyorlardı. Bir bardak çayın buharı, ikisinin arasındaki sessizliği dolduruyordu. Yan masada tavla oynayanların taş sesleri, garsonun “afiyet olsun” deyişi, şehrin insanca ritmini hatırlatıyordu. Akşamüstü, tramvaya binip kalabalığa karışıyorlardı. Birinin eli, diğerinin koluna değdiğinde, bütün kalabalık anlamını yitiriyordu. Camdan dışarı bakarken, şehrin ışıkları birer yıldız gibi yanıp sönüyordu. O ışıkların arasında, kendi içlerindeki parıltıyı buluyorlardı. Gece olduğunda, dar sokaklarda yürüyerek eve dönüyorlardı. Bir köşede simit satan çocuğa gülümseyip para veriyor, bir köşede şarkı söyleyen sokak müzisyenini dinliyorlardı. Şehrin bütün sesleri, onların hikâyesine ekleniyordu. Ve evlerine vardıklarında, yorgunluklarını birbirlerinin omzuna bırakıyorlardı. Birlikte yemek hazırlıyor, sofraya oturuyor, ekmeği bölüşüyorlardı. O sıradan görünen anlarda, aşkın en büyük sırrı gizleniyordu. İnsanın insana dokunması, hayatı yaşanır kılıyordu.

Sabahları, kapı önünde oturan komşuların selamıyla başlıyordu günleri. Bir kadın, elinde süpürgesiyle kaldırım taşlarını temizlerken, bir çocuk bisikletiyle dar sokaklarda çemberler çiziyordu. Onlar ise yan yana yürüyerek bakkala gidiyor, rafın en üstündeki ekmeği almak için birbirine gülümseyerek uzanıyorlardı. Mahallede herkes birbirini tanıyordu. Kasap, onları görünce “Bugün taze et geldi” diyordu; manav, en güzel elmayı seçip torbalarına koyuyordu. Esnafın bu küçük jestleri, onların aşkına dokunan insanca ayrıntılardı.

Öğleden sonra, çocukların oyun sesleri yükseliyordu. Saklambaç oynayanların kahkahaları, ip atlayanların neşesi, mahalleye bir şenlik havası katıyordu. Onlar ise pencere kenarında oturup bu sesleri dinliyor, birbirlerine dönüp “Hayatın özü işte bu” diyebiliyorlardı. Akşamüstü, mahalle kahvesinde oturuyorlardı. Tavla taşlarının tıkırtısı, çayın buharı, yaşlıların sohbetleri arasında kendi sessizliklerini buluyorlardı. Birinin eli diğerinin dizine değdiğinde, bütün kahvehanenin gürültüsü bir anda anlamını yitiriyordu.

Gece olduğunda, sokak lambalarının altında yürüyerek eve dönüyorlardı. Bir köşede simit satan çocuğa selam veriyor, bir köşede saz çalan gencin türküsünü dinliyorlardı. Mahalle, onların aşkını taşıyan bir sahneye dönüşüyordu. Ve evlerine vardıklarında, birlikte yemek hazırlıyor, sofraya oturuyor, ekmeği bölüşüyorlardı. O sıradan görünen anlarda, aşkın en büyük sırrı gizleniyordu: İnsanın insana dokunması, hayatı yaşanır kılıyordu, vesselam.

Mehmet Aluç

 


( İnsanın İnsana Dokunması başlıklı yazı kul mehmet tarafından 2.12.2025 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu