Rüyada gibiyim. Loş bir fanus gibi evin içi. Eşyalar büyüyüp küçülüyor, uzayıp kısalıyor. Oturduğum koltuk çok rahat; yumuşacık. Uykum var gibi… Yok gibi…
Gözlerimle bütün evi dolaşıyorum. Oda; içinde bulunduğum oda, eşyalar, karanlık, perdesiz pencere, duvardaki fotoğraf; yüzler her zaman biraz silik, boyları dökülmüş kapı, boş salon, koridor, kapı; mutfak kapısı, yerlere saçılmış tabaklar, açık kalmış balkon kapısı, uçuşan perde…
Parmak uçlarımla dokunuyorum tüm bu kırık dökük eşyalara, bahçedeki telleri ellerimi dayayıp hızla yürüdüğüm gibi. Dışarıda şiddetli bir yağmur yağıyor. Cama çarpıyor taş şiddetinde, açık kapı gıcırdıyor.
Geride bıraktıklarımı düşünüyorum. Sevdiğim tüm adamları. Bırakmak zorunda kaldıklarımı, istemeye istemeye bıraktıklarımı, kızdıklarımı…
Ne çok yol yürüdüm bu yolda… Tek başıma. Ne çok hırpaladım kendimi, insanları. Hep doğru bildiğim yolda yürümeye çalıştım ben. Fakat eğilmez bükülmez doğrularım yok benim. En doğrusu hangisiyse ona yönelebilirim, pek tabii. Ama karşımdaki de benimle birlikte yönelmeli. Yalnız başıma yürürsem ardımda kalır yanımdaki. Gelmezse onu orada bırakmak zorunda kalırım. Acımaz mı canım? Acır tabii. Ama yapacak bir şeyim kalmıyor işte o noktada. Ama bir türlü anlatamıyorum bunu insanlara.
Oysa ben en çok sevdiklerimi terk ettim!
Ne çok ev değiştirdim içimdeki kentin sokaklarında. Ne çok insanla düştüm kalktım. Şu an içinde bulunduğum ev de son aşkımdan geriye kalan. Biraz sonra bu evi de terk edeceğim. Başka bir şehre göçeceğim ama bu kez. Başka bir kalbin sokağında küçük bir ev tuttum. Bir kez de böyle deneyeceğim. Belki böyle mutlu edebilirim içimdeki küçük aşk kırgınını…
Elif Ayvaz
11 Eylül 2010