Gazetede okuduğum haber, beni bir anda yirmi beş sene önce
şahit olduğum olaya götürmüştü. O an anlam veremediğim durumu yıllar geçtikçe
resmetmiş, bilinçaltıma işleyen gerçeğin resmini rüyalarda seyreder olmuştum.
Üç kardeştik. Ben, kardeşim Kerem ve ablam Gülden.
Ankara’nın soğuk günlerine denk gelen bir zaman dilimiydi. Hayal meyal
hatırladığım mahallemde, o talihsiz olayın ardından çok durmamış ve kışın
ortasında başka bir yere taşınmıştık. Bu olaydan önce, kardeşim ve ablamla o
günleri evin içinde çeşitli oyunlarla geçirmeye çalışırdık. Memur olan babam
beş kişilik bir aileye yetecek büyüklükte bir apartman dairesi kiralamıştı.
Annem bir memurun geçim sıkıntısını omuzlayacak ve destek olacak büyüklükte bir
yüreğe sahipti ki, evde tarhana, ev yufkası yapar, böylece bir nebze babama
destek olmaya çalışırdı.
Biz üç kardeş, -ben o zamanlar 6 yaşındaydım- evin içinde
oradan oraya koşturur, birbirimizi yakalamaya çalışır, çoğu zaman küçük
kardeşimin mızmızlığıyla anneme gidip şikâyet etmesiyle saklanıp bir köşeye
sinerdik. Annemin mutfaktan sesi duyulur, kardeşinizi kızdırmayın, o daha küçük
derdi. Ben saklandığım yerden kafamı çıkarır, kızdırmıyoruz ki anne der, elimle
nanik işareti yapar, kardeşim Kerem yine ağlamaya başlardı.
Bazen de evde koşturmaktan nefes nefese kalır, terler,
suratımız kıpkırmızı olurdu. O sırada kapının zili çalar, anneciğim
bakışlarıyla bizi arar, gider kapıyı açardı. Kapıda annemin yaşlarında bir
kadın, fısır fısır anneme bir şeyler söyler, annemde tamam komşum, kusura bakma
der, onu gönderirdi. Kapıyı kapatır kapatmaz annem yorgun bir yüz ifadesiyle, o
an bizi etrafında görürse, bir iki terlik fırlatır, bazen de birkaç tokat
patlatırdı. Bakın aşağıdaki Nadide ablanız yine geldi, çok ses yapıyorsunuz,
şikâyet ediyor derdi. Ben o zamanlar içimden onlar kendilerine baksınlar esas
derdim. Çünkü her gece kardeşlerimle yattığımız odanın hemen altından Nadide
ablanın sesi gelir, bazen ağlamaları duyulurdu. Biz üç kardeş merak eder,
sebebini bilemezdik. Kardeşim Kerem, belki oğlu hastalanmıştır, ben
hastalandığımda annem ağlamıştı ya hani derdi. Ben bu sözlere birazcık inanır
ama yine de kanaat getirmezdim.
O meşum olaydan tahminim birkaç ay önce, biz yine ev içinde
koşturduğumuz bir sırada, kapımızın zili durmaksızın çalıyordu. Annem çocuklar
koşturmayın diye bağırıyor, bir yandan da kapıyı açmaya gidiyordu. Kapıyı
açtığında, karşısında Nihat amcayı görmüştüm. Ben annemin etekleri dibinden bir
dev gibi görünen Nihat amcaya bakıyordum. Nihat amcanın gözleri kıpkırmızıydı
ve adeta ağzından alevler saçıyordu. Bağırıyor çağırıyor, yeter artık, evi
başımıza mı yıkacaklar diyordu. Annem tamam Nihat abi, kusura bakma çocuk
bunlar diyor, boynunu büküyordu. Nihat amca o gün bağıra bağıra merdivenlerden
inmiş, evine gitmişti. Annem kapıyı kapattıktan sonra, - hiç unutmuyorum- biz
üç kardeşi bir güzel dövmüştü. Biz o gün suçumuzu bildiğimizden bir köşede
sesimizi çıkarmadan oturmuştuk.
Bir gün Nadide abla bize gelmişti. Annem hazırlık yapmış,
çay demlemiş, koyu bir muhabbete dalmışlardı. Nadide ablanın oğlu Muratla biz
bir köşede oyun oynuyorduk. Ben zaman zaman Nadide ablayı gözlüyordum.
Gözlerinden yaşlar akıyor, annemde ona bir şeyler söylüyor, teselli etmeye
çalışıyordu. Tabi ki o zamanlar bu duruma bir anlam veremiyordum. Neden burada
da ağlıyor ki diyordum. Beş yaşındaki oğlu Murata sorduğumda boynunu büküyor
bilmiyorum diyordu.
Günlerimiz böyle geçiyordu. Üç kardeş ev içerisinde
kendimize yakıştırdığımız oyunlarla vakit geçiriyorduk. O gün – şimdi bile
aklıma geldiğinde tüylerim diken diken oluyor- annem ikindiye yakın bir vakitte
karşı apartmandaki komşumuz Yasemin abladan bir şey almaya gitmişti. Tam o
sıralarda aşağı kattan Nadide ablanın sesi duyulmaya başlamıştı. Ağlıyor,
bağırıyor, yeter artık bıktım diye feryat ediyordu. Nihat amcanın sus be kadın
artık yeter haykırışları sanki apartmanı sarsıyordu. Biz üç kardeş evin giriş
kapısına dayanmış, dışarıdan gelen sese kulak kabartmıştık. Nadide ablanın sesi
yine duyuluyordu. Artık yeter, çocuğumu da alıp babamın evine dönücem diyordu.
Bu tartışmadan sonra yaklaşık beş dakika boyunca sesler
kesildi. Sonra birden tekrar sesler duyulmaya başladı. Nihat amca, otur yerinde
be kadın, hiçbir yere gidemezsin diyordu. Nadide abla avazı çıktığı kadar
bağırıyor, bırak beni, yeter artık diye haykırıyordu. Tam o sırada kapının
açıldığını duydum. Arkasından Nihat amcanın ben sana gitmeyeceksin demedim mi,
deyişini hatırlıyorum.
Aylin abla… Aylin abla… Hırıltı şeklinde annemin ismi
zikrediliyordu. O an evin erkeği olarak, korka korka kapıyı açıp merdivenlere
süzüldüm. Yedi sekiz basamak inmiştim ki, merdiven araladığından baktığımda
Nadide abla kanlar içerisinde yerde yatıyordu. Eliyle boğazını tutuyor, oğlu
Murat bir köşede ağlıyordu. Ben o sırada bayılmışım.
Gözlerimi hastanede açtım. Anneciğim yanı başımdaydı. Nadide ablaya ne oldu
diyordum. Bir şeyi yok oğlum. Bir şeyi yok. Sen merak etme diyordu. Birkaç gün
hastanede yatmış, sonra eve gelmiştik. Bir hafta boyunca ne Nadide ablayı, ne
de Nihat amcanın o sesini duymuştum. Benim içim içimi yiyordu. Hiçbir şey
bilemeden, o hafta içerisinde başka yere taşınacağımızı öğrenmiştim. Bir gün
birkaç adam gelmiş, eşyalarımızı yüklenip kamyona götürmüşlerdi. Ben babamın
kucağında, gözlerim Muratların oturduğu dairenin önünden geçerken kapısına takılmıştı.
Neden kapının zilini çalmıyorduk…
‘‘istanbul’da meydana gelen olayda 36 yaşındaki Y.E
çocuğunun gözleri önünde kocası tarafından boğazı kesilerek öldürüldü’’
(
Geçmişin İzleri başlıklı yazı
Süvari İzci tarafından
13.03.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.