Otobüsün
silecekleri sağa sola hareketler ederken yağmurun hızına yetişemiyor. Yağmur ön
camdan hiç eksilmiyor ve şoförü zorluyor gibi görünüyordu. Yolculuk yaparken
mutlaka şoför arkasını tercih ederim, yolu takip etme alışkanlığım vardır
nedense. Mecbur kaldığımda bir iki sefer arka koltuklara oturduğum olmuştur ama
şansımı sonuna kadar kullanırım, hatta yolculuk saatimi değiştiğim olmuştur
çoğu kereler bu nedenle. Bir de gündüz yolculuğunu çok sevmem, gece uyumayı
tercih edenler çoktur, sessizlik olur otobüste. Fakat gündüz daha bir
hareketlilik gözlenir, bu hareketlilik ve sesler hoşuma gitmez. Gece sadece
yola bakarım, dikkatimi dağıtacak başka nesneler pek görünmez, bu da benim
istediğim şey zaten. Belki de şoförden daha büyük dikkatle izliyorumdur yolu.
Bu sefer gündüz çıkmıştım yola, gideceğim
mesafe uzaktı. Günüm ve gecem yolculukta geçecek, sabah varacaktım gideceğim
yere. Araba epey yol aldıktan sonra yağmur kesildi. Yağmur böyledir işte, bir
kentin bir semtine yağarken diğer semtine hiçbir damlanın düşmediğini
görürsünüz. Bölge bölge yağar. Hava durumundaki değişiklikler annemi aklıma
getirir hep. Televizyonun verdiği hava durum tahminlerinden daha sağlamdır
verileri. Gökyüzüne ileriye doğru bakar, yağmurun yağacağını söyleyiverir aniden,
ortalık günlük güneşlikken anlam veremezsiniz ama dediği de çıkar. Yağmuru,
rüzgârı, karı, fırtınayı bilir yılların tecrübesiyle. Kendimiz de yıllarca
yaşadık, yaşlanmaya gidiyoruz, bu hayat tecrübesi nedense bizde olmuyor hâlâ.
“
Yağmur durdu.” Diyerek bana döndü yanımdaki delikanlı. Sesini ilk kez duydum,
çünkü yanıma geçerken bile bir selâm verip oturmamıştı. Ben de onu yok sayıp
hiç bakmamıştım onun tarafına. Zaten gözlerim devamlı yoldaydı. Yine ona dönmeden “Evet durdu.” Dedim soğuk
bir ses tonuyla.
“İş
adamı gibi bir duruş seziyorum tavırlarınızdan, iş için mi gidiyorsunuz Gölcük
tarafına?” Yol uzun olduğundan vakit geçirmek için sohbet açmaya çalışıyor diye
düşündüm. Genç ve dağınık, bakımsız üst baş, üstelik bir de selâm vermeye bile
tenezzül etmeyen biri olarak gördüğüm bu gençten olumsuz elektrik almıştım
işte. Pek sohbete niyetim yoktu. Kısaca “İş adamıyım ama iş için gitmiyorum.”
Dedim. Mola yerine kadar da daha hiç
konuşmadık.
Mola yerindeki tesisler çok güzeldi. Son
zamanlarda yaptığım yolculuklarda en güzel değişiklikler bu tesislerdi.
Kaliteli konaklama yerleri, temiz tuvaletler, yolculara gösterilen tavırlar
olumlu yönde gelişmelerdi. Eskiden tuvaletlere girmemek için çay veya su içmeye
bile korkardım. En büyük ayıbımız olarak görürdüm. Şimdi parfüm kokularıyla
tertemiz tuvaletler ve hatta bazılarında sıcak suyu olan lâvabolar. Mola
yerinde sıcak bir çorba içtim önce, çok aç değildim ama gece uyumadan
oturacağıma göre acıkırım sonra diye biraz atıştırdım. Tuvalete de girdikten
sonra marketten iki paket bisküvi alarak otobüse geçtim. Baktım yanımdaki
delikanlı benden önce oturmuş, öncelikle dersini vermek için “Selâmün aleyküm”
diyerek yerime oturdum. Neyse ki selâmıma karşılık verdi, demek hatırlatmak
gerekiyor böyle kendini toplayamamış, hırpani kılıklı gençlere bazen.
“Daha neşeli görünüyorsun ağabey, sessiz
sessiz duruyordun, yanında hiç yokmuşum
gibi bakmıyordun. Ben de bir konu açıp konuşmaya cesaret edemedim doğrusu.”
“Baktım,
baktım. Sen fark etmemişsindir belki.”
“Ağabey,
benim şu an fark ettiğim tek bir şey var, otobüse binen genç yaşlı ne kadar
bayan varsa kapıdan arkaya geçerken sana gözleri ilişiyor mutlaka. Dikkat
çekecek kadar yakışıklı biri olduğunun farkında mısın bilmem? Sende ilk bakışta
bile hissettiren bir karizma var. Kadınlardan bana yüzünü çevirip bakan olmadı
hiç, kıskandım desem yeri var yani. Benden epeyce büyük olduğun belli ama
artist gibisin inan.”
“Ben
dikkat etmedim kimin nereye baktığına, sen nasıl gördün?”
“Böyle
etrafı izlemezsem, insanların mimiklerine anlam veremezsem nasıl yazar olurdum?
Ayrıntılar benim hayatım, genç bir yazarım ve çok dikkatli gözlem yaparım.
Mesela ağabey, sizinle biraz soru-cevap şeklinde konuşsak, yeni başlayacağım romanı bu yolculuk ile
başlatır ve sizi de romanın başlangıcındaki bir kahraman olarak anlatabilirim.
Çalışmam bittiğinde de yollarım size kitabımdan bir tane. Ne için yola
çıktınız, hısım akraba ziyareti mi, iş miydi?”
“Söylersem
inanacak mısın?”
“Elbette,
neden inanmayacağım, siz ne anlatırsanız onu geliştireceğim ben, siz bile
şaşırabilirsiniz sonunda.”
“Ben
depreme gidiyorum genç kardeşim, depremde yardımcı olmaya.”
“Ne
depremi ağabey, Gölcük’te deprem filan olmadı ki, bu otobüs oraya gidiyor.”
“Olmuş
bir deprem için değil, on yedi Ağustosta olacak bir deprem için gidiyorum. Şu
anda panik yapmayacaklarını bilsem bütün yolculara geri dönmesini söylemek
isterdim.”
“Nasıl
bilebilirsin bunu? Çok garip biri gelmeye başladın bana ağabey.”
“Bilmiyorum,
sadece rüyamda gördüm. Rüyamda orada deprem oldu ve ben çok kişiyi kurtardım.
Demek depremin etkilemeyeceği bir yerde kalacağım.”
“Ağabey,
şimdi daha çok çekinmeye başladım, kâhin misin, falcı mısın, medyum musun,
nedir bu söylediklerin senin?”
“Sen
sordun, ben de söyledim işte. Yazarsın
artık kitabında, hayal gücünü kullanırsın, depremi bilen adam diye
bahsedersin.” Diyerek bıyık altı güldüm. Yanındaki deftere adresimi yazdı.
Biraz daha sohbet ettikten sonra nihayet uyudu. Artık gece boyunca yalnızca
yola bakabilirdim.
Aradan bir seneden fazla zaman geçmişti,
gerçekten bu genç yazar sözünde durmuş, kitabını yollamıştı. O yaşanılan
felaketlerden, geçirilen badirelerden sonra aklımdan silinmişti bile bu
delikanlı. Kitap gelince hatırladım ve meraklandım doğrusu. Neler yazmış
olabileceğini tahmin edemiyordum, çok uzun boylu sohbetimiz olmamıştı. Hemen
okumaya başladım elbette.
Dediği gibi, romanın girişini yolculuğumuz
ile başlatmış, bana uydurma bir isim vermişti. Öyle tarifler vardı ki “Bu ben
miyim?” diye kendimden şüphe ettiriyordu.
“Beline kazık çakılmış gibi dimdik duran adam kalın ve çatık kaşlarıyla
sürekli yolu takip ediyor, kendisinden başka kimseyi insan yerine koymayan bir
eda ile koltuğunda oturuyordu. Kırışmış göz kenarlarını büyük çerçeveli bir
gözlükle örtmüş, yanından geçenlere başını çevirmiyor, sanki birilerine
tanınmaktan çekiniyor gibiydi. O kadar çirkin ve asabi bir suratı vardı ki
yerine oturmak için ön kapıdan giren diğer yolcular ürkek bir bakış
fırlatıyorlardı adama. Bu adamın bir şeyler gizlediğinden emindim, onun
tepkisini çekmemek ve ağzından biraz laf alabilmek için onu övmeye, yakışıklı
olduğunu, tıpkı artistlere benzediğini söylemeye başladım.”
Aman Allah’ım! Hayır, yalandı bu. Beni
gerçekten yakışıklı biri olarak gördüklerini günlük hayatımdan biliyordum,
üstelik bu genç beni kıskanmıştı hatta. Onu kızdıracak tavırlarım olmuş
olabilir belki ama tersinden anlatıyordu çok şeyi. Okumaya devam ettikçe şoka
giriyordum az kalsın. Hayal gücünü çalıştır dediğim bu genç yazar kitabın
devamında beni canavar bir karaktere dönüştürmüştü. Bunun tek sebebi
olabilirdi, benden intikam alıyordu bu genç. Hem kıskançlığından ötürü hem de
ona fazla yakın davranmadığımdan ötürü. Sanırım kendisini küçümsediğimi
düşünmüştü.
Devamında mı? Kitabın devamında ben bir
örgütün üyesi oluyordum. Bu örgütün elinde deprem yapabilecek güçte gizli
silahlar vardı. Örgüt üyeleri deprem yapacakları bölgeye hepsi ayrı bir araba
ile ulaşıyorlar, ben de onlardan biriydim. Gittiğimiz yerde önce silahları,
bombaları yerleştiriyoruz, sonra o bölgeden uzaklaşıp bir otelde toplanıyoruz.
Zamanı gelince de silahları çalıştırıp deprem oluşturuyoruz. Sonra bütün örgüt
üyeleri olarak ilk yardım kafilesi ekibindenmiş gibi kıyafetler giyiyoruz ve yıkılan
binalara koşuyoruz. Amacımız mücevher çalmak ve organ toplayıp satmakmış. Hatta
öyle canavarlaşıyoruz ki henüz ölmemiş olanların bile anında organlarını alıp,
ameliyat yerini dikiyormuşuz. Başında
olduğumuz binadan diğer insanları başka yerlere yönlendiriyormuşuz “Burada biz
yardım ediyoruz, siz başka yere gidin.” Diye uzaklaştırıyormuşuz onları. Böylece
bir iki binada çalıştıktan sonra ortadan kayboluyormuşuz. Yabancı devletlerle
kaçak ilişkiler kurup, organları satıyormuşuz.
Hayal gücünün ve uydurmanın da bu kadarına
pes doğrusu! Oysa depremi gerçekten rüyamda görmüştüm ve hazırlıklı olduğumdan
çok can kurtarmıştım. Fakat bunları anlatmaktan hoşlanmazdım, içimden geldiği
için koşmuştum yardıma. Fakat genç yazarın yaptıklarımdan hiçbir zaman haberi
olmamıştı, görüşmemiştik zaten.
Çıldırmak üzereydim, adımı her ne kadar
başka yazdıysa da ben olduğumu biliyordum bu hayali roman kahramanının. Bana
özellikle yollamıştı. Yazarların kıskançlık intikamları böyle oluyordu demek.
Bunları okuduğum an ben de yazar olmaya karar verdim ve ilk öykümde bu piç
kurusunu anlatacaktım. Notre Dame’nin Kamburu romanındaki Quasimodo’nun kamburunu sırtına bindirmeye,
Hitler’in bıyıklarını burnunun altına koymaya, Firavunların üstten
hafif yarık olan enli ve büyük dudaklarını onun dudakları gibi tasvir etmeye,
Midas’ın kulaklarını başının iki yanına yerleştirmeye karar verdim. Görsün
bakalım ucube yaratmak nasıl oluyormuş. Kitabımda
onu devamlı yolculuk yapan ve her yolculuğunda birinin canını alan sapık bir
katil olarak anlatacak, bir kitap da ben ona yollayacaktım. İşte bu vesile
ile “Seri Katil” isimli ilk kitabımı
yazmaya karar verdim. Ben de şimdi bir yazardım ve kesinlikle kitabımdan
yollayacağım kendisine.
2012 Müjgân Akyüz