Hayvanlar Cenneti
Bu konağa getirildiğim ilk günü hiç unutamam. Herkesin rahatça hareket edebildiği koskoca bir saray da diyebilirim buraya. Benim gözümde öyleydi, evet… Ellerimi kollarımı böyle rahatça sallayabilmek özgürlüğünü yaşamak harika bir duyguydu. Tavanı yüksek değildi ve hep loş bir havası vardı bu konağın. Kendiliğinden oluşan sıcaklığın kaynağını anlayamıyordum. Çünkü gördüğüm kadarıyla burada ısınma için kurulmuş bir teşkilat yoktu ama içerisi hep sıcaktı. Konağın sahipleri, içeriye girdiğim zaman beni yadırgayan gözlerle süzdüler ve benden uzak durdular. İyi karşıladılar diyemiyorum, yüzlerinde bir sıcaklık veya tebessüm hissetmedim. Sanki fazlalıkmışım gibi davrandılar bir müddet. Bana bakıp bakıp aralarında fısıldaşıyorlar ve benimle göz göze gelmemeye çalışıyorlardı. Cesaretli biri sayılmazdım, kendiliğimden yanlarına gidemedim, önce onlardan biri selâm verir diye yine loş bir köşede bekledim. İçlerinden tombulca biri bana doğru iki adım attı, sanki tebessüm eder gibiydi. “Nihayet biri konuşacak benimle.” Diye umutlanmışken birden döndü ve diğerlerinin yanına gitti. Başını onların kulaklarına doğru eğerek “Şehirli, şehirden gelmiş! Baksanıza ne kadar solgun, kansız teni.” diye fısıldadı. Gecenin sessizliği o kadar yüksekti ki fısıltıları kulağımın dibinde hissediyor ve net bir şekilde konuşmalarını duyuyordum. Onun böyle demesi ile konağa geldiğim ilk gün adım da konulmuştu. Artık bu sarayda “Şehirli” diye çağırılıyordum. Daha önce kendime özel bir adım olmamıştı. Artık bir adım, henüz beni yadırgasalar da bir ailem, rahatça hareket edebildiğim bir sarayım vardı.
Gün ışıyınca alçak tavanlı konağımıza ışık huzmeleri doldu ve ışık sanki bulunduğumuz yeri iki kat daha büyüttü gözümde. Loş köşeler de aydınlanmış, daha fazla alan eklenmişti saray gibi gördüğüm bu yere. Konağın sahipleri pek hoş karşılamamış olsa da sabredecektim. Nasılsa beraber yaşamaya alışacaktık ve beni bir gün benimseyeceklerdi. Geldiğim yerde bizden büyük olanlar sabretmeyi öğretmişlerdi bizlere. Ellerimizi kollarımızı kımıldatamazdık, herkes gibi yürüyüşlere çıkamazdık ama kulaklarımızda devamlı “Sabır, sabır” zikirleri yankılanırdı. Başımızı yere eğerken “Sa” yukarı kaldırırken “Bır” derdik. “Sa-bır, sa-bır!” İşte geldiğim yerde bütün yoldaşlarım böyle zikir yapardı. Konakta konuşulan dilin zenginliği de dikkatimi çekti. Bizler öğretilmiş birkaç kelime bilgisinin dışına çıkamıyorduk. Oysa buranın sahipleri her konuda konuşuyorlar, fikir beyan ediyorlar, bazen ortak kararlar alıyorlar, bazen de kararlarına uymayanları cezalandırıyorlardı. Kendilerine özgü bir sistem kurduklarını anladığım zaman bu kuralları ben de öğrenmeye çalışıyordum. Zaten bana yabancı gözüyle bakıyorlardı, bir de tepkilerini çekmek istemezdim doğrusu. Yavaş yavaş yakın çevreme gelenler oluyordu ve sanırım tepkilerimi ölçmek istiyorlardı. Ben hep kibar bir şekilde gülümsemeye çalışıyordum. Fakat ben böyle gülümsedikçe içlerinden bir erkek ona kur yaptığımı düşündü galiba. Bana yakınlığın sınırlarını aşmaya çalıştı, dokunmaya uğraşıyordu ki bir iki adım geri zıpladım. O arada konaktaki diğer hanımlar hemen yanımıza koşturdular ve adama tokat atıp yanımdan uzaklaştırdılar. Bir yandan “Bunak çapkın, terbiyeli ol, daha tanışmadık bile!” Diye bağırıyorlardı. Biz bu kargaşayı yaşıyorken açılan kapının sesini duymamışız. Kapı açıldı, kocaman bir yüz ve yine fal taşı gibi açılmış kahverengi gözler bize bakıyordu. Hepimiz başımızı kapıya çevirdik, bize bakan kızın hayret dolu bağırmasını işittik. İncecik bir sesiyle “Ayy, anne bembeyaz bu! Ne kadar güzel!” diyerek direkt bana baktı iri gözlü kız. Kapıdaki kızın gözlerine bakmakta olan konaktakiler gözlerinin yönünü bana çevirdiler bu kez. Kısa süren bir sessizlik içinde hepsi de bana bakıyordu şimdi.
Kapıdan kızın böyle seslenmesinin ardından gelen günlerde konaktaki herkes bana çok daha iyi davranmaya, benimle dost olmaya başladı. Ufak tefek ricalarımı da severek yapıyorlardı. Zamanla hem saygılarını hem sevgilerini kazanmaya başlamıştım. Gece olunca uzun uzun sohbet saatlerimiz olurdu. Bu kız, konaktakiler tarafından çok sevilen biri olduğu için hakkımda söylediği güzel sözler onları etkilemişti. Meğerse bütün yemek ve su ihtiyaçlarını ve hatta kaldıkları yerin zaman zaman temizliği de dâhil, bu kız karşılıyormuş. Kapıda sevgiyle parlayan bu bir çift kahverengi gözleri gördüğümüzde hepimizin içi sevinç doluyordu. Geldiğim yer ile bu konağın yaşantısı arasında o kadar fark vardı ki… Buranın dilini de daha iyi öğrenmeye başlamıştım. Konağımız, yani aile bireylerimizin zikri de değişikti. Başımızı yere eğerken “Şü” kaldırırken ise “Kür” diyorduk. “Şü-kür, şü-kür” İşte buradaki zikirlerimiz böyleydi ve adım hâlâ “Şehirli” olmasına rağmen böyle bir köyde bulunmaktan çok mutluydum. Yiyeceklerin tatları bile çok farklıydı. Özgürce bahçelerde gezip her türlü haşereleri de yiyebiliyorduk.
Geldiğim yerde kutu gibi dar bir alana sokuluyorduk, küçük hücrelerdi bunlar. Sadece başımızı kımıldatabilirdik yem alabilmek için. Yemek bandı önümüzden akar geçerdi ve tadı belirsiz bu şeyleri yemek zorundaydık. Teknik kentin insanları çok fazla sayıda yumurta üretmemizi bekliyorlardı bizden. Onların bu aç gözlülüğü karşısında “Sabır” dilemekten başka konuşma dilimiz yoktu. Şimdi bir köyün bana saray gibi gelen bu kümesinde daha mutluydum. Özgürce hareket edebilme alanım var. Yediklerimin lezzeti tenimin kokusunu ve rengini bile değiştirdi. Yoldaşlarımla yaptığım sohbetler sonucunda hayatı ancak öğrenmeye başladım. Bana neden “Şehirli” ismini taktıklarını da anlıyordum. Yediklerimizin suniliği ve katkı maddeleri ile dolu yiyecekler bizim çok yumurtlamamızı sağlıyordu ancak yumurtalar lezzetsiz oluyordu.
Teknik kentin kendine özgü disiplin kuralları vardı. Herkes kendilerine ezberletilmiş tek bir tarihe sahipti. Bu teknolojiyi bulan ve uygulamaya koyan kişiye minnettar olmamız, hepimize eşit hücre alanı ve eşit yiyecek verilmesini sağladığı için şanslı olduğumuzu düşünmemiz isteniyordu. Bazen hücrelere bu kentte yetişmemiş yabancılar konduğunda sabahlara kadar hücrelerinde “Özgürlük, özgürlük, beni çıkarın buradan!” Diye bağırırlar, geldikleri yere geri dönmek istediklerini söylerlerdi. Bahçeler, ağaçlar, meyveler, ırmaklar gibi kelimelerin geçtiği masalımsı şeylerden bahsederlerdi. Ümitsiz zavallılar gözüyle bakardık onlara, bu kentte fazla yaşayamadan ölürlerdi. Aramızda üretim gücü zayıf birini tespit ettiklerinde yok etme odalarına götürüyorlardı. Bu korku ile daha fazla üretim yapabilmek için var gücümüzle çabalardık. Tepemizde bizi gözetleyen kamera gözler en ufak aksaklığı kaydederlerdi çünkü. Bu kentin vatandaşları olarak bizler de bu düzenin en ideal düzen olduğuna inanmıştık. Bizden daha tecrübeli, sıranın en başındaki entel tavuklar da bizlere teknik kent patronlarının çıkarları doğrultusunda bilgi aktarırlardı ve başka ulaşabileceğimiz bilgi kaynağı yoktu zaten. Bizim dışımızda bir dünya olduğunu, bu yeni geldiğim yerdeki aileye hediye olarak verildiğimde ancak görebilmiştim. Bir fabrika mamulüydüm ve daha büyük cüsseli olabilmem için hücrelerime verilmiş hormonlardan kurtulmuş, doğal büyüme seyrine başlamıştım.
Henüz tam bir yetişkin olmadan bu bahçeye gelip, hayatı burada öğrendiğim için kendimi şanslı görüyorum. Şehir teknolojisi denilen yerde ve o teknik kentte kalsaydım hayatı ancak orada gördüğüm kadarı ile bilecektim. Oysa bu köyde hayat tecrübesi ve bilgisi çok fazla olan saygın kişilikli kümes dostlarım var. Teknik kentin entelleri ise köylüleri cahil sanmaya devam edip duruyor. Benim kümesimde süslü püslü laflar edilmiyor. Herkes sade ve anlaşılır bir dil ile konuşuyor. Sevgiyle andığımız atalarımızın sayısı daha fazla burada. Kendi öykülerimizi anlatan şarkılar söyleyebiliyoruz. Geçmişte yaşamış büyüklerin destanları dilden dile dolaşıyor ve bunlardan hayat dersleri alınıyor. Daha az yumurtluyor diye kimse kümes dışına atılmıyor, yaşlı olanlara ve yavrulara yiyecek bulmada yardımcı olunuyor. Kurallar ise daha mutlu yaşayabilme amacıyla ihtiyaçlarımıza, inandıklarımıza göre uygulanıyor ve asla yazılı kurallar yok. Teknik kente dışarıdan gelen yabancıların bahsettiği bahçelerin, ağaçların, meyvelerin, ırmakların, böceklerin, yavrularımızı seven insanların varlığını kendim de görmüş oluyordum böylece. “Demek masal değilmiş! Keşke kentteki herkese bunu anlatabilsem, doğru olduğunu söyleyebilsem. Buraları onlara da gösterebilsem.” Diye düşünüyordum fakat geri dönmüş olsam beni bekleyen akıbetin ne olduğu belliydi.
İçtenlikle gülümsemeyi, yine içimden ağlamak geliyorsa da rahatça ağlamayı öğrendiğim bu bahçede ve saray adını verdiğim kümesimizde, fabrikanın malı olmayan kendime ait yavrularım da olmuştu. Hayatın bana bahşettiği en büyük mutluluğu yaşamıştım ve insan dostlarımız da yavrularımızı seviyor, hatta öpüyorlardı. Bunları yaşayabilmek için canlarımızı feda edebilirdik. Bazen ömrümüz bittiği için, çoğu zaman da insanların sofralarına yiyecek olmak için ölüyoruz. Bundan asla gocunmuyoruz, bu gerçeğin bilincindeyiz ve hiç olmasa bu köyde özgür yaşayabilmenin şükrü içindeyiz. Sonuçta insan ya da bizler için elbette ölüm denen bir son var. Önemli olan nasıl yaşadığınız, yaşarken birbirinizi ve hayatı sevip sevmediğiniz değil midir?
Belki de hayatınızın en büyük yanılgısı içinde bulunduğunuz ortam, değişmezler içine kattığınız katı kurallar ile dolu bilgi hafızalarınızdır. Artık her şey bana olası geliyor. Kümeste yaşlılarımızın anlattığı ve bize masal gibi gelen o hayvanlar cennetini de bir gün göreceğimi biliyorum.
2012 Müjgân Akyüz