Aslında hazzetmediğim bir ortamda birkaç saatimi geçirmek
bunalttı beni. Arkadaşlar, daracık bir odada zamanı kovalarcasına eğleniyor.
Kulakları tırmalayan müzik, kahkahalar, ağır şakalar... Her ne kadar zoraki
gülücüklerle onların neşesine ortak olsam da anlam veremediğim bir kasvetle
boğuluyorum. Onların kendinden geçmişçesine eğlenmelerine nispet olsun diye,
elime kalemi defteri alıp, aslında tefekkür etmeleri gereken binlerce hadisenin
tam da gözlerinin önünde cereyan etmesine rağmen, bakarkör haliyle her şeye
kayıtsız kalmalarını hicvetmek istiyorum.
Kafama yediğim yastık, kör bir feneri andıran yorgun parıltıya odaklanan
gözlerimi bir anda küçük odadaki curcunaya döndürüyor. Geceyi, mızıkçılık
yapmadan beraber geçirme üzerine erkek sözü vermiş biriyken ‘Annem beni
çağırıyor.' diye, oyundan kaçmayı planlayan bir oyunbozan durumuna geldim.
Elimde değil, tanımsız bir his bu. Makul bir bahane gerekiyor şimdi, bir Hızır
eli lazım. Masum bir yalan uydurma planları yapıyorum. Hızır elini uzattı
galiba. Telefonum çalıyor işte, bu gürültü patırtıda iyi işitememem ki. Hızla
yerimden kalkıp diğer odaya geçmeye çalışıyorum. Bu arada, fark edilmemiş olmam
ihtimaline karşı, ‘ Telefon geldi!' diye de bağırıyorum.
Henüz açmadan neden sustu ki bu alet. Ah şu cihazlar, ah şu teknoloji. Şarjı
bitmiş olmalı fakat belli etmek hiç de hayrıma olmaz.
Diğer odaya geçip, bir iki dakika sonra curcunaya geri
dönüyorum. Gayet ciddi ve vakur bir ifadeyle, ‘Gitmem gerekiyor arkadaşlar.'
diye, duyabilecekleri kadar yüksek sesle bağırıyorum. Kimi şaşkın kimi şaka
yaptığımı düşünerek kimi de ‘İşte aramızdaki kaypak!' dercesine yüzüme bakıyor.
‘Neden, nereye?' sorularına maruz kalmadan açıklamaya çalışmalıyım:
“Yarın erkenden işe gitmem gerekiyor. Evden alacağım bir kaç şey var.”
Beni erkenden çağırdıklarını ima etmeye çalıştığım hiyerarşik yapıdaki
üstlerime homurdanmayı da ihmal etmek olmaz; inandırıcı olmak lazım.
Karşılarına dikilene kadar böyle püsküllü bir yalan söyleyeceğimi
planlamamıştım. Tamamen doğaçlama.
Her ne kadar inanmış olsalar da beni kapıdan uğurlarlarken, gözlerinde ufak bir
şüphenin varlığını seziyorum. Sanki ‘Haydi git bakalım ama söylediklerin bizi
pek tatmin etmedi.' der gibiler.
Merdivenlerden hızla indim ve lambalarla aydınlanan sokakta kendimle baş başa
kaldım. Uydurduğum yalan nedeniyle yüzüm kızarsa da birazdan beni de
kendilerini de unutup keyfin kollarına uzanacaklarını biliyorum. Bu fikir
kendimi teselli etmeye yeter. Hiç de kaypak olmaya niyetim yok.
Sokak lambalarının ışıklarına sığınarak istikametsizce ilerlerken, hayatın
yavaş yavaş durmaya başladığını fark ediyorum. Evlerine gitmek için koşturan
birkaç insan, hızla ilerleyen birkaç araba ve kepenk sesleri günden kalan son
canlılık olmalı. Bir an önce eve gitmek, sıcak yatağa uzanmak ve deliksiz bir
uykuya dalmak ne kadar güzel olur.
Ana caddede bir otobüs durağındayım. İki gün bir gece uykusuz kalınca,
duraktaki kaygan, soğuk, sert oturaklar bile kuş tüyü yataktan farksız
oluyormuş. Son takatimi de gözlerimi açık tutabilmek için harcıyorum.
Duraktan son otobüsler geçiyor. Kapanmak için irademe yalvaran gözlerime,
otobüse biner binmez kendisine izin vereceğimi vaat ettim. Nihayet otobüs geldi
ve ben binip en arka koltuğa oturdum. Sözümde durup kapattım gözlerimi şimdi.
Ana yollar, ara sokaklar... Işıklı, karanlık caddeler... Uyku sersemi birkaç
yolcu... Durmadan sigara tüttüren bir şoför ve kulakları tırmalayan motor
sesi... Birden bunlar kayboluyor ani bir fren sesi işitene kadar. Fren sesiyle
uyanıyorum. Gözlerimi açtığımda, gecenin maiyetiyle karşımda dimdik durduğunu
görüyorum. Son yolcunun ardından bulanık bir şuurla karanlığa attım kendimi.
Gelmiş miydim inmek istediğim yere? Saat kaç olmuştu? Gecekonduların
sıralandığı uzun sokak, uzaktan gelen ürkütücü köpek havlamaları ve
alabildiğine karanlık... Aşina değilim bunlara. Az önce, benimle beraber
otobüsten inen hırpani kılıklı yolcu da boş arazideki hafriyat yığınlarının
arasında gözden kayboldu.
İnsan böyle zamanlarda rüya halinde kalmayı tercih eder ya... Garip, kâbusa
yakın bir rüya olmasını diler o anın. Şuurum aydınlanmaya başladıkça korku
parmak uçlarımda uyanarak damarlarımdan akıp bütün vücuduma sirayet etmeye
başladı. İşte şimdi her şeyi hatırlıyorum: Yanlış otobüse bindim. Otobüste bir
güzel uyudum ve ‘ Semtime geldim.' zannıyla da bilmediğim bir dağ başında
iniverdim. Doğu-Batı, Kuzey- Güney belli değil burada. Hoş belli olsa da hangi
yöne gideceğimi bilmeyince bir manası olmuyor yönlerin. Bir tabela,
istikametimi belirleyecek bir işaret de yok. Nerdeyim ben? Az ötede başlarını
kaldırmış birer insan silueti gibi duran mezar taşları belli oluyor. Derme
çatma, yıkık dökük bir duvarla çevrelenmiş mezarlıktan başlarını uzatmış insan
yığınını andırıyorlar. Arkama dönmeye cesaret edemiyorum. Zira tam ensemde biri
nefes alıp veriyor.
Ta uzakta, yamaçtan aşağı bakınca bir ışık yığını gözüme çarpıyor. Işığa mı
yürümeliydim? Yürüdükçe daralan sokaktan mezarlığa iyice yaklaşacağım oysa. Bir
zamanlar kahkaha atarak neşe saçan şu mevtalar neden bu kadar soğuk bakıyor
bana? Kimisi güzel, kimisi yakışıklı değil miydi? Korkunun muhasarasında
kıpırdayacak gücü bulmak ne mümkün. Sadece birazcık uyumanın cezası bu mu
olmalıydı? Ceza mı bu acaba?
İrade benim, akıl benim... Artık karar vermek gerekiyor. Karanlık aklıma
mukabele edercesine, bütün maharetini gösterme niyetinde. Her madde olduğunun
dışında bir vücuda bürünmüş. Yeşerdikçe güzelleşen, ferahlık veren ağaçlar
yalın kılıç üzerime doğru gelen dirilmiş taş devri yaratıkları. Tılsımlı
rüzgâr, yapraklarda canavar homurtularına dönüşüyor. Aklın varlığına isyan
etmek geliyor içimden. Nasıl da yabancım oluverdi birden. Nasıl da feda etti
beni bir avuç karanlığa, varlığıyla övündüğüm aklım.
Ensemde soğuk nefes iyice kendini hissettirmeye başlayınca, önce yavaş ve kısa
birkaç adım atıyorum sonra ise aniden hızlanarak koşmaya başlıyorum. Ardımdan
bir hayalet ordusu geliyormuş hissiyle, mezarlığa yaklaştıkça daralan sokağın
karnında, ateşten kaçan bir karınca gibi sağıma soluma, önüme arkama dönerek,
beni içine almak için ağzını açmış iştahla bekleyen mezar taşlarının arasından
can havliyle boş araziye doğru kaçıyorum. Kimden, neden kaçıyorum? Kendimden
mi, nihayetimden mi?
Mezarlıktan uzaklaştım. Alabildiğine geniş, kuru otların hâkim olduğu arazide,
üç karış genişliğinde bir patika keşfedip, yürüyerek on dakikada
ulaşabileceğim, bacalarından dumanlar yükselen ve fabrika olduğunu tahmin
ettiğim yapılara doğru ilerlemeye başladım. Işığa yaklaştıkça köpek
havlamaları, az önce takatten düşmüş olan bacaklarıma son bir hamle yapabilme
cesareti veriyor. Fabrikanın ardına düşen karanlık sokaktan hızla geçip,
yeniden, öncekinden daha da geniş boş bir araziye attım kendimi. Uykunun
şefkatli kollarını özlediğim anlar. Kuru otların çıtırtısı beynimdeki
evhamların kılıç sesleri adeta.
Aman Allah'ım saat bile durmuş. Birilerini aramak istiyorum ama teknoloji beni
terk etti. Birkaç dakika önce aklımı aşan kuru otları atlattım. Şimdi ise
kapkaranlık bir sokaktayım. İnşaatların iskeleti çıkmış. Boşluktaki gözleriyle
bakıyorlar. Saklambaç oynarken kollarını açmışlardı oysa. Nasıl da sadık
görünüyorlardı riyakâr heyulalar. Her şey yalnızlığımı yakalamak için pusuya
yatmış sanki.
Kara kedi... Daha dün bacaklarıma dalkavukça dolanmaya çalışan sen değil
miydin? Gözlerine ne oldu da böyle beni ateşe davet eder gibi parlıyor? İntikam
mı alıyorsun benden, süt döktüğün için azarladım diye. Az ötede, sokağın tam
köşesinde duran mekânsız mı? Silueti belirgin. Kımıldayan bir gölge, canlı mı
cansız mı?
Ay ışığı, romantik gecelerimin sessiz perileri neredesiniz? Gökyüzü beni
boğacak kadar alçalmamıştı hiç. Maddenin ruhuma karşı ittifakı, yapayalnız
bıraktı beni zamanın kordan kollarında. Anneciğim, biricik sevgilim, hani hiç
bırakmayacaktın beni? Ya beni kahkahalarıyla şenlendiren dostlarım, gül kokulu
zevklerim nerdesiniz? Yürüyorum ölümün bir kere olduğunu bilerek. Ayaklarımdan
kaymaya hazırlanan toprak, aslımın kendinden olduğunu bildiği halde yabancı
duruyor. Kayacak, kayıyor... Boşluğa düşmeden bir el çekiyor yukarı beni.
Düşsem kurtulacağım.
Neredeyim bilmiyorum hala. Zaman kaç? Zaman diye bir şey var mıydı gerçekten?
İlk defa bu mevhumu sorguluyorum. Ölüme giden yolun adını zaman koyduk. Aslında
saçlarımıza düşen aktan daha doğru bir saat yokmuş. Şimdi daha iyi anlıyorum
kendimi: Yapayalnız kaldığında kendinden bile korkan bir yaratığım. İşte
kaçacak hiçbir yer yok. Yüzüme gülen her şey yüz çevirdi bana. İşte sayfalar
açılıyor, sorular soruluyor. Cevap: Pişmanım. Basit bir imtihandı oysa.
Cevapları önceden biliyordum ben. Öğretilmişti.
İşte bana bir şans daha: Evimi görüyorum. Kutsal bir nefes çekiyorum ve bütün
madde yeniden gülümsüyor. Kapı açılıyor ve annem:
— Nerede kaldın oğlum, saat kaç oldu haberin var mı?
....
— Telefonuna da ulaşamadık. Arkadaşların çıktığını söyledi.
İnsan haber etmez mi nereye gittiğinden?
...
Nerede kaldım? Nereye gidiyorum? Bir gün bütün telefonların şarjı bitmeyecek
mi? Bütün endişeler süslü yalanlar olmayacak mı? Ben hiç hissetmedim ki
endişelerinizi anne. Az önce neredeydiniz?
— Bir haller var sende...
— Yorgunum ve uykum var anne.
— Yatağın hazır oğlum...
Ah ne güzel yatacak bir yerimin olması. Bana sıcacık kollarını açan yalnızca
iki metrelik yer. Yarın tanımlayabilecek miyim kendimi acaba?