Bir ekim bu
kadar mı hüzünlü geçer her yıl dedim. Belki de bu mevsime yakıştığı içindir
hüzün… Çocuksu telaşlarımı özledim... Her seferinde sağa başını vuran hani şu
hiç uçuramadığımız tamiri bitmeyen, uçurtmayı filan… Sanki uçmaya isyankâr derdin.
Hiç istemezdi, kuyruğuna bağladığımız kurdeleleri... Hiç usanmadan tamir eder, gökyüzünde süzüldüğünü hayal ederdik…
Oyunda
kararlar alırdın ve her oyun kavgasız biterdi. Tek keyfimizi kaçıran, annemizin,
“Hadi bakkala git…” sözleri olurdu. Tam da oyunun en tatlı yerinde. Diğerleri
ikimizin oynadığı oyuna katılmak isterdi. En çok sevdiğimiz uçan kaz çizgi diziyi
seyreder gibi. Öyle soluksuz seyrederlerdi. Gelin, diyene kadar. Ve oyundan
sonra daldığımız karpuz tarlalarına ne demeli… Hala bakıyorum geçerken ve hala
yanaklarım kızarıyor sahibini görünce… Karpuzlarını yerken yakalandığımız güne istinaden
çok iri bir adamdı. Şimdi her şeyi küçültmüştü zaman, hem gözümüzde hem gönlümüzde.
Ve sırf yaramaz çocuklardan olalım diye, gece yüzümüzü unlar ve siyah çarşaf
takardık başımıza… Camlara taş atar, saklandığımız yerden insanların
yüzlerindeki korkuya gülerdik… Ve hiç yakalanmazdık sayende…
Ertesi gün kadınlar konuşurlardı. Hani şu köşe
başı kongre sohbetlerinde. “Dün gece yine görmüşler, iki başlı soluk bir yüzü
varmış” konuşmalarının yapıldığı. Kedilerin yavrularını besleyemediği günlerdi
o günler. Kulak damlalarına aromalı süt hazırlayıp yavruları doyurduğumuz.
Annelerinin sütleri yetmezmiş gibi. Yakaladıkları fareleri ağızlarından alırdık,
ölmesinler diye…
Ağaçlara
evcilik kurardın sen. Bütün gün ayağımız yere basmazdı. Çatılardan ağaçlara,
ağaçlardan çatılara atlardık. Ayaklarımızı yakan kiremit kızgınlığında. Hele
bir bahçemizdeki havuza düştüğün gün vardı, annelerimiz öğle uykusuna
daldığında sessizce girdiğimiz.
Mutluyduk
yürüsek de içinde. Ta ki sen bizi bırakıp gidene kadar. Bir Ekim sabahı
erkenden. Hem içerden hem dışardan üşüdüğüm, titrediğim ve eksildiğim bir Ekim sabahı.
Ben bir günde on yaş büyümüştüm sen hep çocuk kalmıştın hani… O zamanlar
anlamıştım ayrılığın bütün dillerde ölüm olduğunu. Ve gidenin sadece resimlerde
görülebileceğini.
Sonbaharın
hüznüne dayanamamıştı sanki kalbin. Şaka yollu tatlı aspirinleri atıştırırken.
Şimdi ne zaman kutu içinde yirmi adet aspirin görsem, o gün canlanır gözümde.
İkimizin oynadığı bir intihar oyunu belirir sahnede kalanla gidecek olan seçilirken.
Sen sabahı görememiştin, ben ateşler içinde. Ve yumuşak bir battaniyenin
himayesinde, sana bakıyordum. Hiçbir ölümü yakıştıramadığım bir ekim sabahı.
Hani aralık, kasım neyse ama ekim ayına ölüm yakışmamıştı asla. Katılamadığım
bir oyunu seyrediyordum. Üstelik sen vardın oyunda. Pişmanlık ve hüzün sınırlar
çiziyordu aklımın hezeyanlarında. Çizgi dışına çıkan oyun dışı oluyordu. Yani
sen bir oyun oluyordun, sabahlar ölüm. Bense yağmur, sana kavuşuyordum toprağa düşünce.
Şimdi anlamsız acılar biriktiriyorum, anlamsız yaralar deşiyorum. Anlamsızı
anlamlı kılan öykünmelerim var. Seninle başlayan acılar, yağmur yağınca seninle
son buluyordu. Çabucak düştüğüm bir şiirin içinde uyanıyordum bazen.
Şimdi ne zaman yağmur yağsa bu şehre,
ıslanırken buluyorum kendimi…