Hikaye / Anı Hikayeler

Eklenme Tarihi : 27.01.2013
Okunma Sayısı : 936
Yorum Sayısı : 1
Günün Yazısı

Bu Yazı 28.01.2013 tarihinde
GÜNÜN YAZISI
olarak seçilmiştir.
 

 

                                                45.. BİR    CİNAYET     ÖYKÜSÜ

 

Yaz  ve  sonbahar  geçtikten  sonra,  köy  işleri  durgunluğa  girerdi.  Köylüler, daha  bir  rahatlama  havasında  olurlardı.  Ekinler  kalkmış,  buğdaylar   öğütülmüş,,  pekmez  kaynatılmış,  tarhana,  bulgur,  yaprak   ve  turşular  derken,  bütün  kış  hazırlıkları  tamamlanmış  oluyordu. Artık  bundan  sonra,  gerek   insanlar  için,  gerek  hayvanlar  için,    beslenme  ve  ısınma  işi  kalıyordu.  Zaten,  bütün  hazırlıklar  da  bu  maksatla  yapılıyordu.

Kadınlar  için  ise,  yaz  kadar  meşakkatli  olmasa  da,  kışın  da    bitmezdi.  Ekmek  pişirmek,  yemek  yapmak,  hayvanlarla  ilgilenmek,,  odunluktan  odun  taşıyıp,  sobayı  yakmak,  yine  Onlara  kalıyordu.  Erkekler  ise,  zaten  çalışmayı,  fazla  sevmezlerdi.  Artık  köy  kahvesi  Onların  mekanı  idi.  İki  köy  odasından,  birinde  orta  yaş  ve  üzerindekiler,  diğerinde  gençler  otururlardı.  Yalnız  birinde  radyo  vardı  ve  haber  dinlemek  isteyenler,  haber  zamanı,  orada  toplanabilirlerdi.  Haberlerden  sonra  da  yorumlar  ve  dedikodulara  devam  edilirdi.  Her  iki  odada  da  odun  sobası,  devamlı  yanar,  zengini,  fakiri  burada  ısınırlardı.  Çocuklar  her  iki  tarafa  da  gitmekte  serbestti.  Onlar  daha  ziyade,  gözlemci,  dinleyici  durumunda  idiler,  her  şeyi  burada  öğrenirlerdi.  Tabii,  soğuktan  korunmak  da   onlar  için  en  büyük  nimetti.

Delikanlılar   bilhassa  uzun  kış  gecelerinde  vakit  geçirmek  için,  kendi  aralarında,  pişti,  kaptıkaçtı,  kızma  birader,  domino,  ceviz  oyunu  gibi   oyunlar   oynarlardı.  Galiba  ceviz  oyunu,  bizim  köye  mahsus  bir  oyun  şekliydi.

İşte  böyle  kış  gecelerinden  birinde,    oyun  esnasında,  Turpçu   ile,  Emir  Alinin  iki  oğlu, (Ali  ve  Veli)  arasında,  oyun  yüzünden,  bir  anlaşmazlık  çıkmıştı.  Her  iki  taraf  da ,  birbirlerini,  hile  yapmakla  suçlamışlar,  bu  sebeple ,  yumruk,  yumruğa  girmişlerdi.  Turpçu,  Anasız,  babasız  büyümüş,  büyüyüp,  geliştikçe  gözü  kara  ve  atak  davranışlarıyla,  kendini,  köylüye  kabul  ettirmişti.  Komşu  köylerle  itilaflarda,  herkesten  önce  O  koşar,  yürekli  ve  cesur  hareketleriyle,  Onları  yıldırırdı.  Gerçekten,  köyün  sevdiği  ve  güvendiği  biri,    köyün  efesiydi.

Bu  hadisede,  Turpçu,  efeliğine,  ataklığına,  bu güne  kadar  elde  ettiği  şöhrete  helâl  getirmek   istemiyordu.  Öbürleri  de,  korkmakla  beraber,  birbirlerine  dayanan  iki   kardeş  olmalarına  güveniyorlardı.  Ayrıca,  köy  delikanlılarına  mahcup  olmamak  gibi  sebeplerle,  dikleniyorlardı.  Netice  de  köy  delikanlıları,  Onları  ,  zorlukla  ayırmış,  iki   kardeşi  odadan  çıkarmışlardı.  Her  iki  tarafın  da  silahlı  oldukları  biliniyordu.  Köy  delikanlılarının  en  büyük  tutkusu,  bir  silaha  sahip  olmaktı.  Bu  da  tabanca  olurdu.  Onlar    kalmaya  razı  olurlar,  yeter  ki  bir  tabancaları  olsundu.  Tabii  ,  tabanca  bulabilmek,    ve  de  alabilmek,  büyük  bir  işti.  Her  babayiğit,  ne  kadar  arzu  ederse  etsin,  böyle  bir  şeye  sahip  olmayabiliyordu.

Turpçunun  içi,  içini  kemiriyordu.  Nasıl  oldu  da,  bu  gece  tabancasını,  yanına  almamıştı.  Eğer  tabancası  olsaydı,  ikisinin  de ,  göz  yaşlarına  bakmaz,  haklardı.  Ona  göre  ,  hadise  daha  kapanmamıştı.  Nasıl  olurdu  da,  Ona,  kendisine  kafa  tutabilirlerdi.?  Kızgınlığı  gittikçe  artıyordu.  Duramadı,   oturamadı,  kafasında  bin,  bir  düşünce,  hadiseden  yarım  saat  sonra  odayı  terk  etti.  Dışarıdaki,  insanın  iliklerine  işleyen   soğuğu,  hissetmemişti.  Kafasında,  sabit  bir  fikir  oluşmuştu.  Evine  gidip,  tabancasını  alacak,  Onların  biraz  uyumalarını  bekleyecek,  bir  iple  bacalarından  aşağıya  süzülecekti.  Kendisi,  ufak  tefek  olduğundan,  bacadan  sığabileceğini  tahmin  ediyordu.  Kendi  evine  geldi,  kapıyı  sessizce  açıp  içeri  girdi.  Zaten  karısı,  onun  gece  yarıları  gelmesine  alışmış,  küçük  yavrusunu  koynuna  alarak,  derin  bir  uykuya  dalmıştı.  Onun  gözü,  karısı  ve  çocuğunu  değil,  şimdi  tabancasını  arıyordu.  Aradığını  hemen  buldu  ve  yine  sessizce  dışarıya  kayıverdi.

Sokak  zifiri  karanlıktı.  Düşmanlarının  evine  ulaşmak  için,  köşeyi  dönüp,  elli  metre  daha,  ilerlemesi   gerekiyordu.  Tam  üzüm  oluğunun  önünden  geçiyordu  ki   çapraz  ateşe  tutuldu.”  Ah!  Anam!  Yandım!    dedi  ve  olduğu  yere  yığılıverdi.  İki  kardeş,  O  kadar  korkmuşlardı  ki,  kan   tutmuş   gibi,  yerlerinden,  kımıldayamamışlardı.  Zaten,  silah  sesleri,   gecenin  sessizliğinde,  sanki,  bomba  tesiri  yapmış,  bütün  köy  uyanmıştı.  İlk  dışarıya  fırlayan  Hacı  Halil  idi.  Elinde  çıra,  Turpçunun,  yerde,  boylu  boyunca  ,  yattığını  görünce,  işin  vahametini  kavramıştı.  Köy  odasından  ayrılırken,  Onların  kavga  ettiklerini  duymuştu.  Zaten,  iki  kardeş,  cinayetin  işlendiği  yerde,  ellerinde  tabanca,  şaşkın  bir  vaziyette,  öylece,  duruyorlardı.  Kötü  haber,  bir  şimşek  hızıyla,  köye  yayılmış,  bir  taraftan  da  feryatlar  başlamıştı.  Turpçunun  genç  eşi  ,  çocuğunu  kaptığı   gibi,  oraya  koşmuş,  kalabalığı  yarmaya  çalışıyordu.  Kocasını ,  kanlar  içinde  görünce,  çocuğunu  bir  tarafa  fırlatmış,  koşarak  üzerine  kapanmıştı.  Artık  şimdi ,  ağıt  yakmak  zamanıydı.

 Muhtarla,  bekçi,  Hasan Dede  cinayet  mahalline  ilk  gelenlerdendi.  Muhtar,  bekçiye  tembih  etmekteydi.

-Hasan  baba.!  Ölüye  kimse  yaklaşmasın!  Ben  şimdi,  Güdül’e,  jandarmaya  telefon  etmeye  gidiyorum.  Hasan  Dede-“Olur  Yusuf  ağa,  jandarma  gelinceye  kadar,     Onun  başında  bekleyeceğim”  cevabını  veriyordu. Ayrıca,  iki  kardeşe dönerek,, 

-Sakın  jandarma  gelinceye  kadar,  bir  yerlere  ayrılayım  demeyin!  Tembihinde  bulunuyordu.

Kimse ,  cinayet  mahallinden  ayrılmak  istemiyordu,.  Her  kafadan  bir  ses  çıkıyordu.  Kimi,

   -  Bütün  kabahat  kardeşlerde;Turpçuya  pusu  kurmuşlar,  kalleşçe  davranmışlar,  diyor;  kimi  de

   -  Baksanıza!  Turpçunun  da  tabancası,  yanı  başında,    O da ,  kardeşleri  öldürmeye  geliyormuş,  diye  ,  yorumda  bulunuyorlardı.

      Ortalık  ağarırken,  silahlı,  iki  jandarma,  yorgun,  argın  çıkıp  gelmişti.  Ne  at  vardı,  ne  de  başka  bir  vasıta,  gecikmelerinin  sebebi,  karla  kaplı  olan  yolun  durumu,  hem  de  , karakol  komutanlarını  uyandırıp  emir  alma  zorunluluğuydu.  Karda ,  kışta,  soğukta,  bir yerden ,  bir  yere  gitmek  de ,  Onların  çilesiydi.  Muhtar  önde,  Onlar  arkada,  cinayet  mahalline  gelmişler,  alelusul,  görgü  şahitlerini  sorgulayıp.”Mahkeme  sırasında,  sakın  ifadelerinizi  değiştirmeyin “  tembihinde  bulunduktan  sonra,  iki  kardeşin  bileklerine  kelepçeyi  vurarak,  beraberlerinde , götürmüşlerdi..   Er  de  olsa,  jandarmalar,  köylünün  en  çekindiği    kimselerdi. 

 Maktul  hâlâ,  karların  üstünde,  yattığı  yerdeydi.  Defin  için  savcının  izni  gerekiyordu.  Savcı,  akşama  doğru,  muhtara  telefon  etmiş,  Bu  karda  kıyamette,  köye  kadar  gelmesine  gerek  olmadığını,  kardeşlerin  ifadelerini  zapta  geçirdiğini , maktulu  defnedebileceklerini  söylemişti.

Ağır  ceza  mahkemesi  Ayaş’ta  olduğundan,  mahkumlar,  oradaki  ceza  evine  götürülmüşlerdi.  Mahkeme  iki  sene  sürmüştü.  şahit  olarak  yazılan  köylülerin,  mahkemeye  gidip,  gelmekten  anaları  ağlamıştı.  Bin  pişman  olmuşlardı;  taşlı  ve  uzak  yollarda,  kaç  tane  çarık     lastik  pabuç   eskitmişler  ne  kadar  yorulmuşlar,  ne   kadar    kaybına  uğramışlardı.  Netice  olarak,  hakim,  Şahitlerin  ifadelerini ,   mahkumların  iyi  hallerini   de  göz  önüne  alarak,  cinayette,  nefsi  müdafaanın   varlığını  kabul  etmiş,  canileri,  iki  buçuk  yıla  mahkum  etmişti.  Onlar  da  mahkeme  neticelendikten  iki  ay  sonra,  ellerini,  kollarını  sallayarak,  köye  dönmüşlerdi.  Olan,  baba  yiğit  Turpçu  ve  Onun  geç  karısı  ile  çocuğuna  olmuştu.  ......Bu  nasıl  adaletti.?  Köylünün  aklı  buna  pek  ermemişti.

 

                 46. ÜÇÜNCÜ  NESİL  ABACI—(üçüncü hısımlık)

Nadire  ablamı  da,  Abacılardan,  Mustafa  Çavuşun  büyük  oğlu, Fevzi’ye  nişanlamışlardı.  Bu  işe  biraz  bozulmuştum.  Abacı  sülalesine,  bu,  üçüncü  defa  kız  vererek  akraba  oluşumuzdu.  Önce  Ebem,  sonra  anam,  şimdi  de  ablam.!  İnşallah,  ölüm,  boşanma,  kuma  getirme  sebebiyle,  dedesi ,  babası,  Yusuf   ve H.  Hüseyin  amcaları  gibi,  bu  Abacı  da  başka  bir  kadınla  ikinci   bir evlilik  yapmaz,  Nadire’yi  mutsuz  etmezdi.

Fevzi’ye ,  henüz,    enişte  demeye  alışamamıştım.  Kendisi ,  aslında  iyi  bir  delikanlı  idi.  Babamın  rahlesinden  ders  almış,  eski  Türkçe  okuyup,  yazmasını  ve  kur’anı  Ondan  öğrenmişti. Ayrıca,  büyük  olmasına  rağmen,  bizimle  beraber    okula  gitmişti.  Babası  gibi,  konuşması  da  güzeldi.  Bana  da   çok  iyi  davranıyordu.Bir  gün  beni  bularak,

-Haydi  seninle  odun  etmeye  gidelim,  dedi.   ilk  defa  böyle  bir  teklifte  bulunuyordu.  Anlaşılan,  kayın  biraderinin  kalbini  kazanmak  istiyordu.  Halbuki,  o  güne  kadar,  oduna,   hep,   küçük  kardeşi  Osman  giderdi.

Eşeklere  binerek  yola  koyulmuş,  taa  Kızık  yaylasının  arkalarına,  Sorgunun  ormanlarına  ulaşmıştık.  Odun   toplamak   için,  benim  gittiğim  en  uzak  mesafeydi  bu.  Çamlar  arasından  bakınca,  Sorgunun  yeşil  çayırları,   seyrek,  seyrek    ve  sırf  ağaçtan  yapılmış  evleri  görünüyordu.  Bu  ormanlık  sahalar,  Fevzi’nin  çok  iyi  bildiği  yerlerdi. Çünkü,  anası  ölünce,  babası,  Sorgunlu  bir  kadınla  evlenmiş,  dolayısıyla,  Fevzi  buralardan  çok  gelir,  geçer  olmuştu.

Burada  kesilmiş  ve  kurumuş  odun  çoktu. Kısa  zamanda  işimizi   bitirmiştik.  Zaten  öğle   olmuş,  karnımız  acıkmıştı.

--Gel  şurada  bir  kaynak  var,  azığımızı  orada  yiyelim  diyerek  beni  oraya  doğru  götürmüştü.  Kaynağa  ulaştığımızda,  şırıl,  şırıl   billur  gibi  suyun  aktığını  görmüştüm.  Elimi  soktuğumda,  buz  gibi  soğuk  olduğunu  hissettim.  Çamların  gölgesine,  çimenlerin  üzerine  oturup,  azık  çıkınlarımızı  açtık;  benimkinden  soğan  zeytinden  başka   gözleme  çıkmıştı.  Annem  gözlemeyi  çok  iyi  ve  lezzetli  yapardı.  Gözleme  yaparken,  daha  ziyade,  haşhaş  yağı  kullanır,  bu  da  gözlemeyi  çok  yumuşak  ve  lezzetli  yapardı.  Her  yiyen  anamın  gözlemesini  methederdi.    biraz  da cevizli   sucuk  vardı.  Anam  cevizli  sucuğu   da çok  iyi  yapardı.  Her  halde  damadına  ikram  edilsin  istemişti.  Onun  ekmeğine  tereyağı  sürülmüştü.  Bunları  bölüşerek,  iştahla  yerken,

-Bal,  baklava  olsaydı  bu  kadar  iştahla  yemezdik,  dedim.

-O da  var,  demez  mi?!.  Çıkının  bir  tarafından,  defter  kağıdına  sarılmış  tahin  helvasını   çıkarıp  önümüze  koyuverdi.  Şimdi  durumu  anlamıştım.  Nişanda,  Güdül’den,  tepsilerle  helva  yaptırılır,  diğer,  armağanlar  mey anında,  kız  evine  gönderilirdi.  Bu,  köyün,  unutulmayan,  geleneklerinden  biriydi.  Bize  gelen  helvayı,  sağa,  sola  dağıtmış,  çoktan  bitirmiştik.  Demek,  Fevzilerin  evinde  tahin  helvası,  hala  mevcuttu .  Helva  ile  gözleme,  bir  arada  çok   iyi  gitmişti.   Azığımızı   yedikten  sonra  ,  öyle   susamıştım  ki!   Kaynaktan   avuç,  avuç    buz  gibi  su  içtiğimi  ve  içtiğim  suyun  tadı  ve  lezzetini   hiç   unutmayacaktım. ...

 

                47. KADERİM    VE    BİR   VAAD

 

İkiz  eniştemi,  her  gördüğümde,  sakız  gibi  yapışıyor,  ilk  baharda  ,  beni  de  İstanbul’a  götürmesi  için  yalvarıyordum.  O  da,  Yusuf  Ağadan  çekiniyor  olmalı  ki,    bana  olumlu  veya  olumsuz  bir  cevap  veremiyordu. Ne  de  olsa,  O ,  köyün  muhtarıydı, arasının  bozulmasını  istemezdi.  Ama  bütün  köylü  biliyordu  ki,  Yusuf  Ağa  ,  beni  bir  köle  gibi  çalıştırıyordu.  Artık  işine  yarar  hale  gelmiştim.  Acaba,  beni  elinden  kaçırırsa  kızar  mıydı?  İşte  eniştem  bunları  düşünüyordu. Ama  yine düşünmeden  edemiyordu.  Bu  ,  böyle  ne  kadar  devam  edebilirdi.  Çünkü ,   biliyordu  ki benim  için  köyde  hiç  bir  istikbal  yoktu.  Çileli  bir  hayatın   karşılığı,  koskocaman  bir  sıfırdı.

Oturduğumuz  evin  penceresinden,  köy  odasının  önü  görülüyordu.  Bir  ara  baktığımda,  büyükler  oturmuş,  konuşuyorlardı,  Aralarında  Ekiz  eniştem  de  vardı.  Onu  görünce  sevinmiştim.  Çünkü,  karısına  ve  kızlarına  fazla  yük  yükleyen  köylülerden  değildi  ve  buraya  seyrek  gelirdi.  Hemen  yanına  giderek,

-Enişte!  İstanbul’a  giderken  beni  de  götürecek  misin ? diye  tekrar,  tekrar  yalvarırcasına  sorunca,  etraftakilerin  de  teşvik  eder  mahiyette  konuşunca:

    _-Peki!  Söz  veriyorum ,götüreceğim.  Seni  götürür,  Muhittine  teslim  ederim,  deyiverdi.  Bu  söz  beni  çok  sevindirmişti.  Hemen  sarılıp  elini  öpmüştüm.  Ona  güvenim  sonsuzdu.  Yapamayacağı  bir  şey  için  söz  vermesi  mümkün  değildi.  Bu  arada  köylülerden  biri  kendine  göre  parlak  bir  fikir  ortaya  atmıştı.

--  Yahu!  Bir  de  muhtara  sorun.  Belki,  kızı  Emine’yi   Yusuf’a  verir  de,  oğlanın  İstanbul’a  gitmesine  gerek  kalmaz!.  Diğerleri  ise  bu  fikre  itibar  etmediklerini  gösterir  harekette  bulunmuşlardı.

        Artık,  ilk  baharı  iple  çekiyordum  Kendime  biraz  güven  gelmişti.  Eskisi  kadar  zavallı  hissetmiyordum.  İçinde  bir  ümit  belirmişti.  Gidecektim  ve  ne  olursa,  olsun,  köye  dönmeyi  düşünmeyecektim.

Şubat,  mart, nisan  derken,  günler  geçtikçe,  heyecanım  artıyordu.  Ama , ilk  bahar  başlar  başlamaz,  dağlar  ve  bağlar  bizi  bekliyordu.  Nisan  ayında,  ellerimin  derileri  yine  yüzülmeye,  kara  meşeleri  tutup  keserken  kanamaya,  sızım,  sızım  sızlamaya  devam  ediyordu.  Acı  ve  göz  yaşım  birbirine  karışırken,  yakında  kurtulacağım  diye,  sabır  ve  kararlılığımı  sürdürüyordum.  Acaba ,  beni  oralarda ,  neler  bekliyordu;?  Ondan  hiç  haberim  yoktu.

İş  artık ciddiye  binmiş,  Yusuf  Ağa  da  bunu  kabul  eder  görünüyordu.  Bir  gün

     - Senin  nüfus  kağıdın  yok,  nasıl  gideceksin.?  Neyse,  ,  Pazartesi  günü,  Güdüle   beraber  gidelim  de  sana  nüfus  kağıdı  çıkartalım,  başka  çare  yok,  dedi . Gerçekten,  Güdüle  beraber  gitmiş,  önce  şipşak  fotoğrafçıya,  oradan  da  nüfus  dairesine  giderek, “ZAYİNDEN  ibaresi  bulunan  gecikmiş  nüfus  kağıdımı  almıştık.

Köyde , okul  diplomanı  da yanına  al  diye  öğütte  bulunanlar  ve  hâlâ  Yusuf  Ağanın ,  nasıl  olup  ta  benim  gitmeme  razı  olduğuna  şaşanlar  vardı.

Anam,  günler  yaklaştıkça,  üzüntüsünü  belli  etmeye  başlamıştı.  Bir  gün  anama,

       -Biliyorsun,  pantolonum,  bir  kaç  yerinden   hem  de  kat,  kat yamalı,  Sorgunlu  Ebeye  söyleyiver  de  ,  bana  bir  pantolon  dikiversin.  Onun  dikiş  makinesi  olduğunu  söylemiştin,  Nede  olsa ,  Nadire’nin  kaynanası  olacak!.   Anam  da  “peki  söylerim”  demişti.  Ama  bu  hevesim   tahakkuk  etmeyecek,   kursağımda  kalacaktı.

 

( Zorlu Dönemeçler-1- başlıklı yazı coni tarafından 27.01.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.