Yaz ve sonbahar geçtikten sonra, köy işleri durgunluğa girerdi. Köylüler, daha bir rahatlama havasında olurlardı. Ekinler kalkmış, buğdaylar öğütülmüş,, pekmez kaynatılmış, tarhana, bulgur, yaprak ve turşular derken, bütün kış hazırlıkları tamamlanmış oluyordu. Artık bundan sonra, gerek insanlar için, gerek hayvanlar için, beslenme ve ısınma işi kalıyordu. Zaten, bütün hazırlıklar da bu maksatla yapılıyordu.
Kadınlar için ise, yaz kadar meşakkatli olmasa da, kışın da iş bitmezdi. Ekmek pişirmek, yemek yapmak, hayvanlarla ilgilenmek,, odunluktan odun taşıyıp, sobayı yakmak, yine Onlara kalıyordu. Erkekler ise, zaten çalışmayı, fazla sevmezlerdi. Artık köy kahvesi Onların mekanı idi. İki köy odasından, birinde orta yaş ve üzerindekiler, diğerinde gençler otururlardı. Yalnız birinde radyo vardı ve haber dinlemek isteyenler, haber zamanı, orada toplanabilirlerdi. Haberlerden sonra da yorumlar ve dedikodulara devam edilirdi. Her iki odada da odun sobası, devamlı yanar, zengini, fakiri burada ısınırlardı. Çocuklar her iki tarafa da gitmekte serbestti. Onlar daha ziyade, gözlemci, dinleyici durumunda idiler, her şeyi burada öğrenirlerdi. Tabii, soğuktan korunmak da onlar için en büyük nimetti.
Delikanlılar bilhassa uzun kış gecelerinde vakit geçirmek için, kendi aralarında, pişti, kaptıkaçtı, kızma birader, domino, ceviz oyunu gibi oyunlar oynarlardı. Galiba ceviz oyunu, bizim köye mahsus bir oyun şekliydi.
İşte böyle kış gecelerinden birinde, oyun esnasında, Turpçu ile, Emir Alinin iki oğlu, (Ali ve Veli) arasında, oyun yüzünden, bir anlaşmazlık çıkmıştı. Her iki taraf da , birbirlerini, hile yapmakla suçlamışlar, bu sebeple , yumruk, yumruğa girmişlerdi. Turpçu, Anasız, babasız büyümüş, büyüyüp, geliştikçe gözü kara ve atak davranışlarıyla, kendini, köylüye kabul ettirmişti. Komşu köylerle itilaflarda, herkesten önce O koşar, yürekli ve cesur hareketleriyle, Onları yıldırırdı. Gerçekten, köyün sevdiği ve güvendiği biri, köyün efesiydi.
Bu hadisede, Turpçu, efeliğine, ataklığına, bu güne kadar elde ettiği şöhrete helâl getirmek istemiyordu. Öbürleri de, korkmakla beraber, birbirlerine dayanan iki kardeş olmalarına güveniyorlardı. Ayrıca, köy delikanlılarına mahcup olmamak gibi sebeplerle, dikleniyorlardı. Netice de köy delikanlıları, Onları , zorlukla ayırmış, iki kardeşi odadan çıkarmışlardı. Her iki tarafın da silahlı oldukları biliniyordu. Köy delikanlılarının en büyük tutkusu, bir silaha sahip olmaktı. Bu da tabanca olurdu. Onlar aç kalmaya razı olurlar, yeter ki bir tabancaları olsundu. Tabii , tabanca bulabilmek, ve de alabilmek, büyük bir işti. Her babayiğit, ne kadar arzu ederse etsin, böyle bir şeye sahip olmayabiliyordu.
Turpçunun içi, içini kemiriyordu. Nasıl oldu da, bu gece tabancasını, yanına almamıştı. Eğer tabancası olsaydı, ikisinin de , göz yaşlarına bakmaz, haklardı. Ona göre , hadise daha kapanmamıştı. Nasıl olurdu da, Ona, kendisine kafa tutabilirlerdi.? Kızgınlığı gittikçe artıyordu. Duramadı, oturamadı, kafasında bin, bir düşünce, hadiseden yarım saat sonra odayı terk etti. Dışarıdaki, insanın iliklerine işleyen soğuğu, hissetmemişti. Kafasında, sabit bir fikir oluşmuştu. Evine gidip, tabancasını alacak, Onların biraz uyumalarını bekleyecek, bir iple bacalarından aşağıya süzülecekti. Kendisi, ufak tefek olduğundan, bacadan sığabileceğini tahmin ediyordu. Kendi evine geldi, kapıyı sessizce açıp içeri girdi. Zaten karısı, onun gece yarıları gelmesine alışmış, küçük yavrusunu koynuna alarak, derin bir uykuya dalmıştı. Onun gözü, karısı ve çocuğunu değil, şimdi tabancasını arıyordu. Aradığını hemen buldu ve yine sessizce dışarıya kayıverdi.
Sokak zifiri karanlıktı. Düşmanlarının evine ulaşmak için, köşeyi dönüp, elli metre daha, ilerlemesi gerekiyordu. Tam üzüm oluğunun önünden geçiyordu ki çapraz ateşe tutuldu.” Ah! Anam! Yandım! “ dedi ve olduğu yere yığılıverdi. İki kardeş, O kadar korkmuşlardı ki, kan tutmuş gibi, yerlerinden, kımıldayamamışlardı. Zaten, silah sesleri, gecenin sessizliğinde, sanki, bomba tesiri yapmış, bütün köy uyanmıştı. İlk dışarıya fırlayan Hacı Halil idi. Elinde çıra, Turpçunun, yerde, boylu boyunca , yattığını görünce, işin vahametini kavramıştı. Köy odasından ayrılırken, Onların kavga ettiklerini duymuştu. Zaten, iki kardeş, cinayetin işlendiği yerde, ellerinde tabanca, şaşkın bir vaziyette, öylece, duruyorlardı. Kötü haber, bir şimşek hızıyla, köye yayılmış, bir taraftan da feryatlar başlamıştı. Turpçunun genç eşi , çocuğunu kaptığı gibi, oraya koşmuş, kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Kocasını , kanlar içinde görünce, çocuğunu bir tarafa fırlatmış, koşarak üzerine kapanmıştı. Artık şimdi , ağıt yakmak zamanıydı.
Muhtarla, bekçi, Hasan Dede cinayet mahalline ilk gelenlerdendi. Muhtar, bekçiye tembih etmekteydi.
-Hasan baba.! Ölüye kimse yaklaşmasın! Ben şimdi, Güdül’e, jandarmaya telefon etmeye gidiyorum. Hasan Dede-“Olur Yusuf ağa, jandarma gelinceye kadar, Onun başında bekleyeceğim” cevabını veriyordu. Ayrıca, iki kardeşe dönerek,,
-Sakın jandarma gelinceye kadar, bir yerlere ayrılayım demeyin! Tembihinde bulunuyordu.
Kimse , cinayet mahallinden ayrılmak istemiyordu,. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi,
- Bütün kabahat kardeşlerde;Turpçuya pusu kurmuşlar, kalleşçe davranmışlar, diyor; kimi de
- Baksanıza! Turpçunun da tabancası, yanı başında, O da , kardeşleri öldürmeye geliyormuş, diye , yorumda bulunuyorlardı.
Ortalık ağarırken, silahlı, iki jandarma, yorgun, argın çıkıp gelmişti. Ne at vardı, ne de başka bir vasıta, gecikmelerinin sebebi, karla kaplı olan yolun durumu, hem de , karakol komutanlarını uyandırıp emir alma zorunluluğuydu. Karda , kışta, soğukta, bir yerden , bir yere gitmek de , Onların çilesiydi. Muhtar önde, Onlar arkada, cinayet mahalline gelmişler, alelusul, görgü şahitlerini sorgulayıp.”Mahkeme sırasında, sakın ifadelerinizi değiştirmeyin “ tembihinde bulunduktan sonra, iki kardeşin bileklerine kelepçeyi vurarak, beraberlerinde , götürmüşlerdi.. Er de olsa, jandarmalar, köylünün en çekindiği kimselerdi.
Maktul hâlâ, karların üstünde, yattığı yerdeydi. Defin için savcının izni gerekiyordu. Savcı, akşama doğru, muhtara telefon etmiş, Bu karda kıyamette, köye kadar gelmesine gerek olmadığını, kardeşlerin ifadelerini zapta geçirdiğini , maktulu defnedebileceklerini söylemişti.
Ağır ceza mahkemesi Ayaş’ta olduğundan, mahkumlar, oradaki ceza evine götürülmüşlerdi. Mahkeme iki sene sürmüştü. şahit olarak yazılan köylülerin, mahkemeye gidip, gelmekten anaları ağlamıştı. Bin pişman olmuşlardı; taşlı ve uzak yollarda, kaç tane çarık lastik pabuç eskitmişler ne kadar yorulmuşlar, ne kadar iş kaybına uğramışlardı. Netice olarak, hakim, Şahitlerin ifadelerini , mahkumların iyi hallerini de göz önüne alarak, cinayette, nefsi müdafaanın varlığını kabul etmiş, canileri, iki buçuk yıla mahkum etmişti. Onlar da mahkeme neticelendikten iki ay sonra, ellerini, kollarını sallayarak, köye dönmüşlerdi. Olan, baba yiğit Turpçu ve Onun geç karısı ile çocuğuna olmuştu. ......Bu nasıl adaletti.? Köylünün aklı buna pek ermemişti.
Nadire ablamı da, Abacılardan, Mustafa Çavuşun büyük oğlu, Fevzi’ye nişanlamışlardı. Bu işe biraz bozulmuştum. Abacı sülalesine, bu, üçüncü defa kız vererek akraba oluşumuzdu. Önce Ebem, sonra anam, şimdi de ablam.! İnşallah, ölüm, boşanma, kuma getirme sebebiyle, dedesi , babası, Yusuf ve H. Hüseyin amcaları gibi, bu Abacı da başka bir kadınla ikinci bir evlilik yapmaz, Nadire’yi mutsuz etmezdi.
Fevzi’ye , henüz, enişte demeye alışamamıştım. Kendisi , aslında iyi bir delikanlı idi. Babamın rahlesinden ders almış, eski Türkçe okuyup, yazmasını ve kur’anı Ondan öğrenmişti. Ayrıca, büyük olmasına rağmen, bizimle beraber okula gitmişti. Babası gibi, konuşması da güzeldi. Bana da çok iyi davranıyordu.Bir gün beni bularak,
-Haydi seninle odun etmeye gidelim, dedi. ilk defa böyle bir teklifte bulunuyordu. Anlaşılan, kayın biraderinin kalbini kazanmak istiyordu. Halbuki, o güne kadar, oduna, hep, küçük kardeşi Osman giderdi.
Eşeklere binerek yola koyulmuş, taa Kızık yaylasının arkalarına, Sorgunun ormanlarına ulaşmıştık. Odun toplamak için, benim gittiğim en uzak mesafeydi bu. Çamlar arasından bakınca, Sorgunun yeşil çayırları, seyrek, seyrek ve sırf ağaçtan yapılmış evleri görünüyordu. Bu ormanlık sahalar, Fevzi’nin çok iyi bildiği yerlerdi. Çünkü, anası ölünce, babası, Sorgunlu bir kadınla evlenmiş, dolayısıyla, Fevzi buralardan çok gelir, geçer olmuştu.
Burada kesilmiş ve kurumuş odun çoktu. Kısa zamanda işimizi bitirmiştik. Zaten öğle olmuş, karnımız acıkmıştı.
--Gel şurada bir kaynak var, azığımızı orada yiyelim diyerek beni oraya doğru götürmüştü. Kaynağa ulaştığımızda, şırıl, şırıl billur gibi suyun aktığını görmüştüm. Elimi soktuğumda, buz gibi soğuk olduğunu hissettim. Çamların gölgesine, çimenlerin üzerine oturup, azık çıkınlarımızı açtık; benimkinden soğan zeytinden başka gözleme çıkmıştı. Annem gözlemeyi çok iyi ve lezzetli yapardı. Gözleme yaparken, daha ziyade, haşhaş yağı kullanır, bu da gözlemeyi çok yumuşak ve lezzetli yapardı. Her yiyen anamın gözlemesini methederdi. biraz da cevizli sucuk vardı. Anam cevizli sucuğu da çok iyi yapardı. Her halde damadına ikram edilsin istemişti. Onun ekmeğine tereyağı sürülmüştü. Bunları bölüşerek, iştahla yerken,
-Bal, baklava olsaydı bu kadar iştahla yemezdik, dedim.
-O da var, demez mi?!. Çıkının bir tarafından, defter kağıdına sarılmış tahin helvasını çıkarıp önümüze koyuverdi. Şimdi durumu anlamıştım. Nişanda, Güdül’den, tepsilerle helva yaptırılır, diğer, armağanlar mey anında, kız evine gönderilirdi. Bu, köyün, unutulmayan, geleneklerinden biriydi. Bize gelen helvayı, sağa, sola dağıtmış, çoktan bitirmiştik. Demek, Fevzilerin evinde tahin helvası, hala mevcuttu . Helva ile gözleme, bir arada çok iyi gitmişti. Azığımızı yedikten sonra , öyle susamıştım ki! Kaynaktan avuç, avuç buz gibi su içtiğimi ve içtiğim suyun tadı ve lezzetini hiç unutmayacaktım. ...
İkiz eniştemi, her gördüğümde, sakız gibi yapışıyor, ilk baharda , beni de İstanbul’a götürmesi için yalvarıyordum. O da, Yusuf Ağadan çekiniyor olmalı ki, bana olumlu veya olumsuz bir cevap veremiyordu. Ne de olsa, O , köyün muhtarıydı, arasının bozulmasını istemezdi. Ama bütün köylü biliyordu ki, Yusuf Ağa , beni bir köle gibi çalıştırıyordu. Artık işine yarar hale gelmiştim. Acaba, beni elinden kaçırırsa kızar mıydı? İşte eniştem bunları düşünüyordu. Ama yine düşünmeden edemiyordu. Bu , böyle ne kadar devam edebilirdi. Çünkü , biliyordu ki benim için köyde hiç bir istikbal yoktu. Çileli bir hayatın karşılığı, koskocaman bir sıfırdı.
Oturduğumuz evin penceresinden, köy odasının önü görülüyordu. Bir ara baktığımda, büyükler oturmuş, konuşuyorlardı, Aralarında Ekiz eniştem de vardı. Onu görünce sevinmiştim. Çünkü, karısına ve kızlarına fazla yük yükleyen köylülerden değildi ve buraya seyrek gelirdi. Hemen yanına giderek,
-Enişte! İstanbul’a giderken beni de götürecek misin ? diye tekrar, tekrar yalvarırcasına sorunca, etraftakilerin de teşvik eder mahiyette konuşunca:
_-Peki! Söz veriyorum ,götüreceğim. Seni götürür, Muhittine teslim ederim, deyiverdi. Bu söz beni çok sevindirmişti. Hemen sarılıp elini öpmüştüm. Ona güvenim sonsuzdu. Yapamayacağı bir şey için söz vermesi mümkün değildi. Bu arada köylülerden biri kendine göre parlak bir fikir ortaya atmıştı.
-- Yahu! Bir de muhtara sorun. Belki, kızı Emine’yi Yusuf’a verir de, oğlanın İstanbul’a gitmesine gerek kalmaz!. Diğerleri ise bu fikre itibar etmediklerini gösterir harekette bulunmuşlardı.
Artık, ilk baharı iple çekiyordum Kendime biraz güven gelmişti. Eskisi kadar zavallı hissetmiyordum. İçinde bir ümit belirmişti. Gidecektim ve ne olursa, olsun, köye dönmeyi düşünmeyecektim.
Şubat, mart, nisan derken, günler geçtikçe, heyecanım artıyordu. Ama , ilk bahar başlar başlamaz, dağlar ve bağlar bizi bekliyordu. Nisan ayında, ellerimin derileri yine yüzülmeye, kara meşeleri tutup keserken kanamaya, sızım, sızım sızlamaya devam ediyordu. Acı ve göz yaşım birbirine karışırken, yakında kurtulacağım diye, sabır ve kararlılığımı sürdürüyordum. Acaba , beni oralarda , neler bekliyordu;? Ondan hiç haberim yoktu.
İş artık ciddiye binmiş, Yusuf Ağa da bunu kabul eder görünüyordu. Bir gün
- Senin nüfus kağıdın yok, nasıl gideceksin.? Neyse, , Pazartesi günü, Güdüle beraber gidelim de sana nüfus kağıdı çıkartalım, başka çare yok, dedi . Gerçekten, Güdüle beraber gitmiş, önce şipşak fotoğrafçıya, oradan da nüfus dairesine giderek, “ZAYİNDEN ibaresi bulunan gecikmiş nüfus kağıdımı almıştık.
Köyde , okul diplomanı da yanına al diye öğütte bulunanlar ve hâlâ Yusuf Ağanın , nasıl olup ta benim gitmeme razı olduğuna şaşanlar vardı.
Anam, günler yaklaştıkça, üzüntüsünü belli etmeye başlamıştı. Bir gün anama,
-Biliyorsun, pantolonum, bir kaç yerinden hem de kat, kat yamalı, Sorgunlu Ebeye söyleyiver de , bana bir pantolon dikiversin. Onun dikiş makinesi olduğunu söylemiştin, Nede olsa , Nadire’nin kaynanası olacak!. Anam da “peki söylerim” demişti. Ama bu hevesim tahakkuk etmeyecek, kursağımda kalacaktı.